Quantcast
Channel: Şafak Pavey » Genel | Şafak Pavey
Viewing all 72 articles
Browse latest View live

Özgürlüğün ilk günü, pilotlarımız Murat Akpınar ve Murat Ağca


ODTÜ Medya Topluluğu ile röportaj – #GEZİ

$
0
0
Ekim 15, 2013 by Hocam Gazetesi
(‘Hocam’ Bağımsız Öğrenci Gazetesi)
Şafak Pavey, tüm zarafetiyle ve gözlerinin içi gülerek karşılıyor bizi. Meclisteki odasında buluşuyoruz. Öyle ki öncesinde ajandasında yer bulabilmek için yoğun bir mail trafiğiyle sözleşebilmiştik. Bu tempoyu kendisi sohbet sırasında şöyle anlatıyor: “Annem geçen yıl hesaplamış, bir yıl içerisinden üç gece art arda aynı yatakta yatmamışım”. Ancak Şafak Hanım bu durumdan hiç de şikayetçi değil; CHP’nin dünyaya açılan yüzü olmanın küçük bir gereği gibi görerek durumu kabullenmiş.
Sayın Pavey, geçtiğimiz aylarda ülke genelinde yankı bulan ‘gezi parkı’ protestolarını CHP Doğa Hakları Genel Başkan Yrd. olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye büyük dönüşümlerle kendisini Ortadoğu’dan sıyırmaya çalışmış, modern hayatı kurmak ve güçlendirmek için büyük emek vermiş bir ülke. Bu emek sistemli bir çalışmayla ters yüz ediliyordu. Hükümetin, hayat tarzımızı değiştirmesine gönüllü bir çoğunluk olabilir ama bunu asla kabul etmeyecek bir azınlık olduğunu da gördük. Kaldı ki; çoğunluğun büyük kısmı,  mirasyedi gibi hovardaca harcadıkları özgürlükleri kaybedince, başlarına ne geleceğinin farkında bile değiller. Onlara örnek gösterilen hayat yeterince cazip olsaydı, Ortadoğu’dan Modern ülkelere bu kadar büyük bir göç olmazdı. Gezi; “Bunun farkındayız ve kabul etmeyeceğiz” mesajıydı. Kültürel farklarımızdan ötürü, baskın çoğunluk tarafından uçurumdan aşağı itilmeye çalışılan her yaştan kuşağın direnişi olarak algılıyorum. Katılımcılar, çok ağır bir bedel ödediler ama var olduklarını hatırlattılar. Hükümet bundan sonra canının istediğini açıkça yapamayacak. Eskisi gibi son derece sinsi yöntemlerle, aşağıdan bizi Ortadoğulaştırmaya devam edebilir ama değiştirmeye çalıştıkça, daha fazla itirazla karşılaşacak. Çünkü toplumun bir yarısı da; şu anda geldiği modern hayatı kaybetmek istemeyecektir.
Tüm bu olayların ana eksenine ‘gezi parkındaki ağaçların kesilmesi’ oturtulmuştu. Siz ne düşünüyorsunuz? Ve bu kadar geniş çapta yayılan bir hareketin başlangıç noktasının ‘doğa ve ağaç’ olması ne ifade ediyor?
Kuşkusuz ağaç hala ana eksen. Elimizde son kalan doğa parçasından söz ediyoruz.
Sadece şu örnek bile bizi neyin beklediğini göstermeye yetecektir sanırım. Geçen yıldan bu yıla yiyecek fiyatları yüzde sekiz yüz oranında arttı. Dünya savaşları dışında geçmişte böyle bir örnek yok. Türkiye bunu hiç konuşmuyor. Gelecek dönemler, insanların, sadece yaşadıkları ulusal sınırlar çerçevesinde değil, kendilerini kuşatan gezegenimizle ilişkilerini yeniden düşünmek zorunda oldukları bir dönem olacak. Dünyayı geleceğin tehlikelerine göre algılamaya mecburuz. Gelecek bize nüfus artışı ve tükenen kaynaklar arasındaki büyük dengesizlikten ötürü, su ve yiyecek savaşlarının işaretlerini veriyor. Ulusumuzu korumanın tek yolu, bu tehlikeli gelecek için hazır olmamızdır. Türkiye geleceğe hiç hazır olmadığı gibi, ayrıca adeta intihar eder gibi tartışmalı inşaat projelerine aynen devam ediyor. Darbecileri tasfiye ediyoruz bahanesiyle, bir şekilde bugüne kadar korunmuş bütün askeri alanları inşaat planlarının içine aldılar. Mahkeme kararına rağmen Kartal Kadıköy sahil şeridini dolduruyorlar.  2 milyon insan bunun için sokağa döküldü ama hükümetin hırslı doğa düşmanı projeleri tam hız sürüyor. Üçüncü boğaz köprüsü, yeni havaalanı, Galata Port ve Haliç Yat Limanı ve Kompleksi, bunların tamamı karanlık geleceğimizin kilometre taşları.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, Gezi Direnişine büyük oranda ‘kadınlar ve gençler’ katılım sağladılar. Buna neden olarak siz neyi işaret edersiniz?
Önce şu söylenen sözlere bir bakalım:

“Ben zaten kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” Recep Tayyip Erdoğan (Başbakan);
“Tecavüze uğrayan da kürtaj yaptırmamalı” Ayhan Sefer Üstün (AKP milletvekili, İnsan Hakları Kom. Bşk);
“Kadın ahlaklı olsun, kürtaj yapmak zorunda kalmasın.”  Melih Gökçek (Ankara Belediye Başkanı);
“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” Mehmet Şimşek (Maliye Bakanı);
 ”Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” Recep Akdağ (eski Sağlık Bakanı);
“Flört fahişeliktir” Cemil Çiçek (TBMM Başkanı)
Bütün bu sözler bizi yönetme gücüne sahip olanlara ait! Kadınların neden orada olduğunu açıklamaya yetiyor bence. Hamilelerin sokağa çıkmasının ahlaka ne kadar uygun ya da aykırı olduğundan söz ettik. Genç kızların şortları konumuzdu. Üniversitelerdeki karma yurtları ise uzun süredir hükümetimizin en ciddi sorunlarının başında geliyor.  Özenli bir propaganda ile kamuoyuna karma yurtlarda kız ve erkek öğrencilerin aynı yatağı paylaştıkları algısı yerleştirildi.  Ve yurtlar hızla ayrıştırıldı. Bundan doğan ulaşım ve diğer maliyetler gençlerin sırtına yüklendi.
Kadın ve erkeğin birbirine uzak tutulduğu toplumlarda; yoksulluğun, şiddetin ve kederin sonu gelmiyor. Türkiye büyük dönüşümlerle kendisini bu toplumlardan sıyırmaya çalışmış, kadınını, gençlerini güçlendirmek için çok çabalamış, bu çabalar buharlaştırılıyor. Durum, kimin neden Gezi’de olduğunu açıklamaya yetiyor bence.
Gezi Direnişini sadece yapılan araştırmalar ve elde edilen veriler üzerinden analiz edilebileceğini düşünüyor musunuz? Yoksa başka dinamiklerde bu hareketi besliyor mu?
Ben Gezi’de oldukça fakirleşmiş, bir şehri şehir yapan orta sınıfın, işlevlerini kaybetmesinin etkilerinin konuşulmadığını düşünenlerdenim.  Orta sınıf motor gücünü kaybettiğinde, toplum yapısı erozyona uğruyor. Anne baba çalışan aileler çocuklarının eğitim parasını karşılayamıyorlar.  İki ebeveynde çalıştığı halde ortalama refaha ulaşamıyorlar. Şehirli gibi yaşayamıyorlar.  Sanırım bu durumda üstünde tartışmaya değer bir başka başlık…
Sayın Pavey, Gezi’den yeni bir politik hareket çıkar mı? Siz sosyal politikalardan sorumlu Gnl Bşk, Yrd. olarak nasıl bir değerlendirmede bulunursunuz?
Bana göre siyasetin açmazları ve sert gerçekleri siyasetçiyi popülizme taşıdı. İçinde bulunduğumuz yüzyıl siyasal düşüncenin değerini ve önemini azalttı.  Politikacılar artık felsefi markaları olan düşünürler değiller. Tamamen icraatçılara dönüştüler.  Geçmişin büyük değer kazanmış politikacılarının hiç biri, içinde bulunduğumuz zamanda seçilemezlerdi.  Popülizmin baskın etkisi bu… Dolayısı ile bana göre, popülizme karşı zekâ, mizah ve felsefe ile direnmiş Gezi den politik hareket doğmaz ama çok güçlü bir sivil direniş hareketinin temel taşı olacağı kesin.
Yaklaşan yerel seçimlerde CHP gezi ruhuna ne kadar sadık kalacak? Ve sokaktaki bu dinamizminden Yerel Seçimlerde CHP’nin olumlu etkileneceğini düşünüyor musunuz?
Bu CHP’nin;  hayatlarını kaybetmek, tutuklanmak, işten atılmak, gaz yemek, dayak yemek, yaralanmak, hırpalanmak, fişlenmek pahasına, Gezi meydanına gelmiş insanların hayat tarzını sadakatle savunduğuna ikna etmesine bağlı. Bunu doğru bir biçimde anlatmak için çok çabalıyoruz. Umarım başarırız.
Sayın Pavey, Birleşmiş Milletlerde uzun yıllar görev yapmış ve Orta Doğuyu tanıyan bilen biri olarak, son dönemde Mısır’da yaşananları nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca BM ve Avrupa hükumet tarafından olaylara karşı tepkisiz kalmakla suçlanıyor, buna ilişkin bir şey söylemek ister misiniz?
Suriyeli muhalif şair Adonis’in sözlerini hatırlatmak isterim. “Ben camide başlayan bir devrime katılamam. Bunun demokrasi ve özgürlükle hiçbir ilgisi yok. Kişisel inançları nedeniyle dini yaşayan insanlara büyük saygı duyarım. Ama din bizi bir kurum olarak yönetecekse, bu tiranlıktır.  Askeri diktatörlük kafanı ve siyasal düşünceni kontrol eder. Bu yeterince kötü zaten. Ama dini diktatörlük, kafanı, kalbini, ruhunu ve bedenini, bütün hayatını kontrol eder. Hiç tereddütsüz her ikisi de demokrasi dışı.”
Hepimiz Mısır’ın yeni bir başlangıca hazırlandığına inanmıştık. Ama Müslüman Kardeşler, Mısır’ı daha İslamcı bir devlete dönüştürebileceği kanaatine kapıldı. Oysa Mısır’da özgür demokrasi içinde yaşamak isteyen insanlarda var. Üstelik onlar da Tahrir’de, Mübarek’e karşı direndiler.  Ama Müslüman Kardeşler’in düşündüğü geleceği istemeyenler de vardı. Demokrasi, katılımcılık değil, çoğulculuk esasına göre işletilince toplumsal denge kurulamıyor. Mısır zaten dış yardımla yaşayan bir ülke, ekonomisi tamamen çökmüş durumda. En büyük gelir kaynağı turizm yok oldu. Müslüman Kardeşler, baskıyla sosyal hayatı şekillendirirken, ekonomiyi tamamen unuttu. Hepsi birleşince, Darbe felaketi çöktü yeniden. Sofi’nin seçimi gibi; ya askeri yönetim ya dini yönetim. Bütün Ortadoğu gibi; Mısır’da Cami ile kışla arasına sıkışmış perişan bir toplum. Dolayısı ile Mısır’ı izleyenlerin kafası çok karışık. Sanırım bu nedenle, uluslararası kurumlardan yeterince güçlü ses duyamıyoruz.

Direniyorum, Öyleyse Varım!

$
0
0

Zihni Başaray  

Radikal Blog / 01.11.2013 

8506220731-a4048ffb6b-o-3047-16CE-DC4A

Kötülüğün egemen olduğu zamanlarda, iyi bir insan olmak siyasi bir duruştur. Egemen kötülüğe karşı direnişi bir var olma biçimi olarak gören iyi bir insan ise, temsil ettiği düşüncenin bayrağına dönüşür. Şafak Pavey, işte o bayraktır. CHP’nin falan değil tabii ki. Şafak Pavey, aydınlanmanın ve özgürlüğün bayrağıdır.

Türkiye,  egemen gücün kendi siyasal algısını ve diktasını insanlara norm olarak benimsettiği bir ülkeye dönüşmüştür. Yolsuzluklar, zenginleşenler, rant akışı bu kadar ortadayken iktidarın her sıkıştığı noktada İslami terminolojiye sarılması bir rastlantı olamaz. AK Parti hükümeti, eylemleri ve söylemleriyle hiç kuşkusuz biçimlendirilmiş ve değiştirilmiş bir sünni islam ideolojisini topluma dikta etmektedir. İslam dinini kendi istediği gibi lanse eden ve topluma kabul ettirmeye çalışanlar, bunu elbette ki salt bir inancın empozesi için yapmazlar. Mühim olan, insanlara reddedemeyecekleri ve sorgulayamayacakları bir olgu verip, geri kalan tüm pis işleri bu şekilde aklamaktır. Esas amaç, rtak bir gerçeklik algısıyla alakalı yazımda bahsetmiş olduğum gibi, mantık ve vicdan filtresini insanlardan alıp, yerine “beyefendi bilir, ne derse doğrudur” biatını koymaktır ve bu amaç Türkiye’de çok büyük oranda başarılı olmuştur.

İnanç ve duygular özneldir ancak Adorno’nun da dediği gibi akıl, nesneldir ve insanı üstün kılan şey, bilgidir. Akıl ve bilgi ise sorgulamayı getirir. İşte hükümetin tam olarak korktuğu budur. Daha açık ve geniş şekilde söylemek gerekirse dünyada klasik sağ siyaset yürüten tüm hükümetlerin korktuğu budur. Sorgulanmak, hiçbirinin işine gelmez. Zira rasyonel akıl, adaletsizliği kabul etmez. İşte bu nedenle bu hükümetler, hükmettikleri coğrafyalarda kitlelere sorgulamayacakları ve kendilerinin her hareketini meşru kılacak argümanlar verirler. Bu, kimi zaman ırkçılık olur, kimi zaman radikal inançlar olur, kimi zaman ise “yabancı bir düşman.”. Bu uğurda da ne etnik kimlikleri, ne ülkeleri ne de felsefeleri harcamaktan geri dururlar.

Özetlemek gerekirse, bugün bizim karşılaştığımız yönetim stratejisi muhteşem bir dehanın ürünü değil, tüm rant odaklı siyasal hareketlerin kullanmak zorunda olduğu totaliter bir yönetim biçeminin anadolu coğrafyasına uyarlanmış halidir. Dolayısıyla siz ne derseniz deyin, Türkiye’de biz sekülerizm sorunu vardır. Bu sorun çözülmeden de rasyonel anlamda hiçbir ilerleme kat edilemeyecek, ülkedeki tüm gelişmeler rant sisteminin izin verdiği kadarıyla kalacaktır. Şafak Pavey’in derdi de işte tam burada başlar.

“Şafak CHP’ye fazla geliyor ya” diyeni de duydum “X partisinden bir şey olacak olsa, Pavey orada olurdu. Demek ki iş çıkmaz.” diyeni de. Hem de defalarca. Çünkü insanlar partileri 3 kelimeyle tarif edebiliyor ancak Pavey’i edemiyordu. İşte gerçek farklılaşma tam burada. Şafak, insanlara alışmadıkları bir anlayış sundu. Neydi bu peki? Onu da söyleyeyim. Aklın rehberliğinde, insanlara sorgulama fırsatı tanıyan, kültürel, sanatsal, entelektüel, özgürlükçü bir siyaset sistemi. Sözcükleri arka arkaya dizdiğimde böyle tanıdık gelen bir cümlenin ülkemizde “insanların pek alışmadıkları bir anlayış”!a evrilmesine anlam veremediyseniz de haklısınız. Çünkü sorun, tam da bu anlamsızlığın tanımlanmasında. Şafak Pavey, konuşmasında tam olarak bunu tanımladı işte.

Kendisine ister elitist densin, ister oryantalist. Bunların tamamı avuntu tanımlamalarıdır. Zira Şafak Pavey’in aklındaki ülke, 21. yüzyılda zamanı yakalayabilecek olan ülkenin kendisidir. Pavey, moderniteyi özgürlük vurgusuyla muhteşem tariflemiş ve tariflemektedir. Hayalindeki modern dünyanın temsilcisi de bizzat kendisidir. Ahlaktan ödün vermeyen, aydın, zeki, en üst düzeyde entelektüel bir kadın olarak yaşadığı tüm zorlukları kendisi için itici güce çevirmeyi başarmış bir başarı hikayesidir.

Bir Albert Camus ikonu gibi kendi bireysel var oluşunu bu düzeyde başarabilmiş ve zamana karşı direnmiş olan Pavey, hakim bir güç karşısında  var olabilmenin en onurlu yolunu da hepimize tekrar hatırlatmış, Gezi Parkı Direnişini de bir anlamda tekrar tanımlamıştır. Başkaldırmak, bizi esas var edecek olandır.

İyi olan, sonunda elbet kazanacaktır. Ancak söylemek isterim ki, rant için kötülüğü kendine hak görüp insanların canına kast edecek kadar yoldan çıkan kesimin Pavey’e karşı olan ateşten kini de, Pavey’in göz bebeğindeki bir tutam mavide boğulmaya mahkumdur.

Şafak Pavey: Engelli yürekler diyarında cesur bir insan, güzel bir kadın

$
0
0

Hakan Aksay

T24 – 03.11.2013

şafak-pavey

Aydınlık bir yüz gördük. Güzel bir yüz. Düzgün bir Türkçe duyduk. Özenli bir konuşma. Sakin bir üslup. Vatan-millet-Sakarya değil, tartışmaya açık ve çözüm bulma isteğiyle dolu bir metin.

Ve nazik bir gülümseme. Asık suratlı bakışları sanki yüzlerinde unutmuş ve yıllarca değiştirmeyecek gibi duran bir toplumda, hele kendini o toplumun siyasi önderleri olarak görmeye alışık insanların ortasında güneş gibi parlayan sürekli bir gülümseme.

Şafak Pavey‘den bahsediyorum. Onun Meclis’teki konuşmasından. Sözleri arasında katılmadıklarım da vardı; ama bu, benim onun konuşmasına ve tarzına hayran olmama engel değildi.

Engel…

Ne çok engel var bu memlekette. Ve devlet, bu engelleri kaldıracağına, koyduğu yasaklarla ve kısıtlayıcı politikalarıyla onları daha da pekiştiriyor. İnsanlar bu durumu kanıksamış, pek tepki göstermiyorlar.

Engelli bir toplum yani…

Engelli kafalar…

Engelli yürekler…

 

*    *   *

Türk Dil Kurumu, “engelli” kelimesini açıklarken “vücudunda eksik veya kusuru olan” diyor. Dil konusunda otorite olmanın ciddiyetiyle, kafalardaki ve yüreklerdeki engellerden söz etmeye gerek görmüyor.

O zaman Şafak Pavey engelli. Bir kolu ve bir bacağı yok. 19 yaşında tren raylarında bırakmış onları. Onun yerinde olsak, pek çoğumuz ya intiharı seçerdik, ya da karanlık, kederli ve kompleksli bir hayatı…

O ise acılara katlanmasını, hatta sorunlarına gülüp geçmesini becerebilmiş. Kendini yetiştirmekten vazgeçmemiş. Birleşmiş Milletler’de bir dizi görevin üstesinden başarıyla gelmiş. Dünyayı gezmiş. Uluslararası işaret dilini de sayarsak yedi yabancı dil biliyor. Tam bir dünya vatandaşı. Üstelik milliyetçilik konusunda araştırmalar yapmış biri.

Narin görünüşünün ve duygulu gözlerinin arkasında kuvvetli bir insan var. Sırrını belki de tam anlayamayacağımız büyük bir ruhsal güç bu.

Onun Türkiye’ye dönüp CHP’de milletvekili olma kararını duyunca kafam karışmıştı. Bu ülke, onu düş kırıklığına uğratmaz mıydı? Onun gibi bir dünya vatandaşını “turkish” mengenelerin arasında sıkıştırmaz mıydı? Ama belki de halkına, zor da olsa Meclis’e bir şeyler katabilirdi.

Hatta… Neden Şafak Pavey gibi biri, parti lideri ve başbakan olmasındı? Bırakmazlar mıydı? Herhalde. Zordu. Çok zordu…

Çünkü engelli yürekler diyarıydı burası.

Böyle aydın, böyle güzel, böyle eğitimli, böyle kendine güvenli bir insanı, özellikle de genç bir kadını ezmeye çalışmazlar mıydı!..

 

*    *   *

Şafak Pavey 37 yıllık hayatında küçük bir meydan muharebesi kazandı TBMM’de perşembe günü yaptığı konuşmayla. Ama kendisine orantısız derecede büyük bir fatura kesildi. AKP’nin iktidarda bu kadar uzun süre kalmasının nedenlerinden biri olan CHP’de farklı ve “ürkütücü” bir ses yükselmiş oldu çünkü. Bu durum birçoklarını korkuttu.

Son günlerde gazetelerde, televizyonlarda ve sosyal medyada Pavey’e karşı şiddetli bir kampanya yürütülüyor. Fikir tartışması yanı zayıf kalan, daha çok saldırı ve hakaretlerle sürdürülen bir kampanya bu.

Tane tane konuşmasına bile “takan” var. Özel hayatını kurcalayarak aşağılık yöntemlerle ona çamur atmayı deneyenler de çıkıyor.

Dün ben bu satırları yazarken hükümet yanlısı bir kanalda “haber bülteni” başladı. Yani “haberler” okunuyordu. İlk “haberlerden” biri Pavey’di ve onun “asılsız iddialarından”, “yalanlarının deşifre edildiğinden”, konuşmasındaki “provokasyondan” söz ediliyordu. Tekrar ediyorum, yorumlarda veya analitik konuşmalarda değil, “haberler”de.

Ah, benim zavallı mesleğim!..

Pavey’e yönelik en ölçüsüz saldırılardan biri, geçmişte Sabah Gazetesi’nin ahlaki sorumluluklardan özgür yazarı Engin Ardıç‘tan gelmişti. 15 Şubat 2012′deki köşe yazısında“hem özürlü, hem CHP’li” demekten sıkılmamıştı Ardıç.

Önceki gün aynı gazetenin bir başka yazarı çıtayı daha da “aşağı” çekti. Sevilay Yükselir adlı “gazeteci”, Twitter’da Pavey’e yönelik olarak “Bu ilk yalanı değil. İsviçre de 1 çocuğu kurtarmak için mi yoksa kocası terk ettiği için mi o trenin önüne atladı sormak lazım kendisine” diye acımasız ve düzeysiz bir iddiayı ortaya atabildi. Gelen yoğun tepkilerin ardından attığı tweeti silse de, fikrinden vazgeçmediğini değişik biçimlerde ifade etti.

Emin olun, yukarıdaki son iki paragrafı zorlanarak ve uzun sürede yazdım.

Bu mudur gazetecilik?

Yandaşsınız, anladık; desteklediğiniz iktidar ve onun sözcüsü medya sayesinde para pul ve bir dizi avantaj sahibi oluyorsunuz, onu da anladık.

Ama gözlerinin içine baktığınız eşiniz, dostunuz, çocuğunuz, anneniz, komşularınız falan da yok mu? Hiç mi ahlaki kaygı duyacağınız bir ortam kalmadı?

Yürekleriniz bu kadar sağırlaştı mı gerçekten?

Bu engelli yüreklerle o lanet olası paranızı ve ününüzü nerede değerlendireceğinizi sanıyorsunuz?

 @AksayHakan

Alkışlamayı ve Zıplamayı Hala Çok Özlüyorum

$
0
0

20 Kasım 2013 /   Adnan Menderes Üniversitesi,  Aydın                

safak-universite

Dünyanın seçkin doktorları karşısına eski ve kronik bir hasta olarak çıkmak oldukça cesaret gerektiriyor. Üstelik onların kimi zaman insana Tanrıdan daha yakın olduğuna inanıyorsam işim daha da zordur.

Hayatım boyunca başkalarının hikâyesine dikkat çekmeye çalıştığım için, kendi hikâyemin merkez olmasın çok alışık değilim.

Ben şöhretli bir hastayım. Neden şöhretli olduğumu soran insanlara cevabım çok kısaydı. ‘Ben sadece kaza geçirdiği için ünlü biriyim.’ Şu anda bile kulağınıza hayli anlamsız gelmiyor mu? Her hikâyenin birden çok gerçeği vardır. Kazazedenin arka gerçeğini kuşkusuz ancak doktorlar bilebilir.

1996 yılının Mayıs ayında, 19 yaşındaydım. Sabahın erken saatinde kanser hastası arkadaşım Miralowskiyi, Cenevre’ye kemoterapiye göndermek üzere Zürih merkez istasyonundaydım. Mira’yı bindirmeye çalışırken trenin kapıları açık hareket ettiğini fark ettim. Birimizin düşeceği kesindi. Onu içeri ittiğimi hatırlıyorum. Benim ise düştüğümü.. Filmlerde de insan trenin altına düşer. Hiçbir şey olmamış gibi kalkıp hayatına devam eder. Benim ki öyle olmadı. Hayatım tamamen değişti.

Üstümden büyük bir gürültü ve ana vagonlara bağlı sekiz posta katarı hızla geçti.  Başımı kurtarmıştım. Sol kolum az ötemde, benden tamamen ayrılmış, sol bacağım ise parçalanmıştı.

Aslında sol yanımla çocukluğumdan bu yana bir çatışmamız vardır. Saklamaya çalışsam bile fark etmiş olduğunuz sol kulağım isyankâr bir şekilde kepçedir. Annem bebekliğimde aylarca bant yapıştırmış, ancak kulaklarımı eşitleyememiş. Çocukluğum boyunca sol kulağıma takıldıklarını hatırlıyorum. Dolayısı ile kazanın sol yanımı tahrip etmesi pek sürpriz olmadı. Felaketler ‘kirli çıkıya’ benzeyen bilinçaltımızı tam kapasite şeffaflaştırıyordu.

Kaza sırasında bilincim yerindeydi. Yerde yatarken, bana eğilmiş dünyanın en yakışıklı doktoruna kolumu kurtarıp kurtaramayacağını sormuştum.  “Çok geç” demişti. “O zaman lütfen kalanları kurtarın.’

Doktoruma, bu cümlenin hayata devam etme isteğimin ilk işareti olarak sihirli geldiğini daha sonra öğrenecektim. Başkaları için iç parçalayıcı bu özetin siz doktorlar için mesleki bir gerçeklik olduğunu bildiğim için oldukça özgür konuşuyorum.

Bilime yol gösterecek bir ayrıntı olarak içgüdülerin başımıza geleceklerle ilgili neler işaret edebileceğini sorgularım; Kazadan birkaç gün deprem sezen hayvanlar gibi huzursuzdum. Günlüğüme hayatımın sonsuza kadar değişeceğini hissettiğimi yazmıştım.  “Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ,” notunu. Hala, ara sıra günlüğüme bakıp, o kelimelerin, son derece neşeli ve maceracı bir genç kızın kaleminden nasıl döküldüğünü düşünürüm.  Atlar ve yunuslar gibi felaketleri sezme yeteneğimiz oldukça güçlü ama biz kodları mı okuyamıyoruz?

Aynı şekilde kaza sırasında İstanbul’da olan annem saat tam 10’da (ki saat farkıyla Zürih’teki kaza 9’da olmuştu.) burnunun keskin bir şekilde sızladığından söz etmişti daha sonra.

Felaketten sonra Tanrının işaretlerini arayarak huzur bulmak isteyen ailem için, Mira adının kader anlamına gelmesi mistik bir sığınak olmuştu.

Sonrası tahmin edebileceğiniz üzere uzun bir hastane serüveni ile geçti. Sıra dışı bir hasta olarak ilgi çekmiştim. Sanırım bu ilgiye kazadan sonra ailemle ilk karşılaşmam yol açmıştı.

Annemle bedenlerimiz arasında hatırı sayılır bir fark olduğu için, şükür elbiselerimi giyemiyordu. Ama numaralarımız aynı olduğu için ayakkabılarımı ondan kurtarmak mümkün olmuyordu.

Kazadan 24 saat sonra Zürih’e gelebilmiş, yoğun bakım odasına girmek için doktorlarıma ısrar etmişti. Hastasını oldukça cesur bulan psikiyatrım, ailenin göstereceği duygusal bir zayıflığın hastasının direncini çökertmesinden korkuyordu. Kuşkusuz bizimkileri tanımıyordu.

Ancak sizin onlarla ilgili fikriniz olsun diye küçük bir anımı anlatarak başlayayım.

2007 yılında UNCHR’da çalışırken Bağdat görevleri dağıtılıyordu. Benim adım yoktu. Koşarak patronuma gittim.   Irak görevine talip olduğumu söyledim. Bana zaten protezlerin yeterince ağırlık yapıyor. Bir de üstüne 30 kilo çelik yelek kask geçirip nasıl çalışacaksın dedi.  Ben hallederim dedim. Çünkü Bağdat’ta çalışmazsam annem zaten beni öldürecek.” Hayret ve merhametle bana baktı. “Dünyada çocuğunun savaş bölgesinde çalışmasını isteyen bir anne ile ilk kez karşılaşıyorum. Bence sen onları hemen terk et.”

İşte bu ailemle kazadan sonraki ilk karşılaşmamdan söz ediyorum

Bulanık ta olsa, dev mavi bandajların arasından doktorlarımla birlikte içeri girdiklerini hatırlıyorum. Annemin ayağında en sevdiğim kırmızı ayakkabılarım vardı. Hiç sormadım ama bugün bile onu son derece dikkatle seçtiğini düşünüyorum..

İlk cümlesi beni değil ama tercümeyi dinleyen doktorları hayretlere düşürmüştü:

“Bu kadar operasyon geçirdin, kulağını da ücretsiz estetik yaptırsaydın arada.“

Ona gülümsediğimi hatırlıyorum. 8 yaşındaki kardeşim  “İyi ki kaza geçirdin,” demişti. ” Öğretmen artık bana çok iyi davranıyor.”

Sanırım beyaz yalandan daha müthiş bir ağrı kesici keşfedilmedi yeryüzünde. Dibe vurmakla su yüzüne çıkmak arasında bir yerdeydim. Onların kazadan fayda sağlayan fırsatçılıkları, olası bir çaresizlik duygumu silip süpürdü.

Hastane günlerim ardı kesilmeyen operasyonlar ve komik anılarla doluydu. Sanırım benim taburcu olmama en çok Dr Kayser sevinmiştir. Sabırla çok uzun bir dönem ilgilendi. Bir keresinde bacağıma koymak üzere başımdan doku alması gerekiyordu. Ve bunun için saçlarımı kazıtmam gerekiyordu. Önce o kendi saclarını kazıtmadan bunu yapmadım. Hiç tereddüt etmeden saçlarını kazıttı. Onu sonsuz bir minnettarlıkla anarken, karşısına bir daha benim gibi kötü bir hasta çıkmamış olmasını umuyorum.

Felaketin tozu dumanı geçtiğinde insanın kendisini yanlış bir yerde bulması çok mümkün. O yanlış yere düşmekten nasıl korunacağımı doktorlarımdan öğrendim. Beni kimi hastalara model olarak götürererek özgüvenimi ödüllendirdiler. Hayatı yeniden tanımlamak, başardığım bir şeyin bir başkasını etkilemesi fikri çok değerliydi.

 

Çok işim vardı. Baştan başlayacak ve akranlarıma yetişecektim. Kısa süreli ve ani patlamalar değil, sabır ve metanet gerektiren uzun bir yola koyulmak zorundaydım.

Başlangıç yapamayacaklarımı tespit etmekle geçti. Mesela bir daha asla zıplayamayacaktım. Bir aile geleneği olarak iki elim olmadan konuşmak çok güçtü. Heyecanlı Akdenizliler gibi, sözlerimi ellerimle yaptığım güçlü hareketlerle desteklemek artık imkânsızdı.

Ama hala kendimle dalga geçebilecek kadar cesaretim vardı. Mizah aklınızdan başka bir sermaye gerektirmeden tedavi edebiliyor. Bu nedenle bendeki yeri çok değerlidir. İsviçre hastanesinde hediye gelmiş bir oyuncak ineğin bizi günlerce eğlendirdiğini hatırlıyorum mesela. Karnından bastırınca ses çıkaran bir inek, iğne vurmaya gelen hemşirelere karşı günlerce alarm vazifesi görmüştü.

Aylar sonra Münster’de protez merkezindeydim.  O günlerde anneme Newyork’ta Cesaret ödülü veriliyordu. Rehabilitasyon bölümünde bacağımın iskeleti yeni kurulmuştu, hastaneden çıkmama izin yoktu. Bir gece hastaneden kaçıp uçağa atladım. Alman doktorlar beni ararken, ben New York’a uçtum. Gecede Christiane Amanpour, Peter Arnett, Peter Jenings ve Clinton Ailesi gibi önemli konuklar vardı… Kolum daha yapılmamış sargılı, bacağım iskelet halinde beni gördüklerinde çok şaşırdılar. Annem, mafya-devlet ilişkisi gibi konularla ilgilendiği ve ölüm tehditi aldığı için benim bombalı saldırıya uğradığımı sandılar. Mahcup bir edayla basit bir tren kazası geçirdiğimi söylemek ikna edici olmadı. Çünkü hasarlı bir şekilde karşılarında duruyordum.

On beş yıl sonra yolu daha yarılamadığımı da itiraf etmeliyim. Bugünlerde bir Rus terapisyenle kaza sırasında yumruk biçiminde göğsümde kilitlenen sol kolumu açma ve özgürleştirme çalışması yapıyorum.  Çok yol almamış olsak ta, en azından kazadan bu yana kilitli sol yumruğumu açabildik. Fantom sendromu ile savaşın kendi keşfettiğimiz bir yolu bu..

Tek mücadeleniz sadece bedensel enkazı toparlamak olmuyor kuşkusuz. Kazalar ya da felaketler bir yandan insanlar arasındaki engelleri kaldırıyor ama öbür yandan yenilerini koyuyor. Engellilere karşı konuşmadığımız, konuşsak bile daha çok uzun yüzyıllar kolay değişmeyecek önyargılar, her zaman en zorlayıcı sahaydı…

Çünkü diğer bütün engellilerin başına geldiği gibi; toplumun beni uygun bulduğu yerle, benim kendime uygun bulduğum yer sürekli çatışıyordu. Artık düşmanım beni arasına almak istemeyecek olan toplumdu. Tanımadığım bir insan kitlesinden merhamet adı altında güçsüzleştiren bir el uzanıyordu. Kesinlikle reddettim. Çünkü merhamet arka yüzünde daima tehdit gizler.

Öncesine benzemeyen bu yola çıkarken değiştiremeyeceğim şeyler için sükûnet; değiştirebileceğim şeyler için cesaret diledim. Kendi karmaşamla birlikte dünyanın karmaşasını da anlama arzusu içindeydim.

Majority, kendi huzuru için beni göz önünden uzaklaştırmak istiyordu. Onları tanımıyordum ama kendimi tanıyordum. Bu savaşı onları hiç tanımadan kazanmak zorundaydım. Ayrıca, beni görünmez olmaya sürükleyen küstah cesaretlerine meydan okuyarak daha da görünür oldum. Tuhaf şöhretim buradan gelmişti.

Kaza değerlerimi değiştirmemiş, sadece hayallerimi revize etmişti. Yine de itiraf etmeliyim ki, hayatımda önemli olanla, önemsiz olanları ayırt etmeyi bu çatışmayla öğrendim.

Kimileri başlarına geleni hayatlarına devam etmeme kararı olarak bahane kullanırlar. Bana en yakın duran, evden hiç çıkmamaktı ama çıktım. Mağarada gizlenmemeye kararlıydım. Işığa çıkıp umudun izini takip etmeliydim.

Fakat hastaneden sonraki ilk an kuşkusuz, anlatıldığı kadar kolay değildi. Adeta uzun süren bir mahpusluktan sonra hiç tanımadığım bir sokağa bırakılmışım gibi.

Her zaman böyledir. Kolay anlatılır, kolay yazılır, ama kolay yaşanmaz.  Hastanede elim ilk kalem tuttuğu andan itibaren olan biten her şeyi yazmaya başlamıştım. O sırada yazdıklarımın daha sonra engelli insanlar için bir başlangıç olacağını hiç düşünmemiştim. Fakat daha sonra büyük bir memnuniyetle izledim ki, şeffaflığım ve görünürlüğüm, arka odalarda saklananlar kadar, onları saklayan aileler için de bir cesaret olmuştu. Toplumun hiç söz edilmeyen sessiz çoğunluğu çekingen adımlarla gün ışığına çıkıyorlardı. Geriye dönüp baktığımda hala gurur duyduğum en değerli mücadelem olduğuna inanıyorum.

İnsanların büyük çoğunluğunun hayatın türlü zorlukları ile yüzleştiğinde nasıl direnebildiklerini hakkında çok düşünmüş bir aileden geliyordum. Bu beni kendi zorluklarıyla baş etmeye çalışırken başka insanların zorluklarına da ilgi duymaya sürükledi.

 

En zor ama en değerli anılarımdan birini Afgan mülteci çocuklarla yaşadım. Elektriği olmayan bir yerleşim birimindeyiz. Bacağım elektrikle şarj oluyor, birden kasılıp kaldı. Çocuklar eski radyolardan parçalar bulup, rüzgârgülü yaptılar. Zihni sinir aletiyle güle oynaya bacağımı şarj ettik. Serüvenimi fazla süslemeye, azami seviyede Pollyannacılık yapmaya gerek yok. Elbette hiç kaza geçirmemiş olmayı dilerdim. Ama geriye dönüş mümkün değilse ileriye yol almayı başarmak zorundayız.

Neler yaptığımı hatırlamak için geriye dönüp baktığımda hayli hırpalansam da beni gülümseten pencereleri birer birer açtığımı görüyor ve huzur buluyorum.

Engelli birine sahip aileler için kurulmuş katı kast sistemi gün ışığına çıktı.  1996 yılında toplumun ileri gelenlerinin bedenleri kusursuz olmak zorundaydı. Benim direnişimle öğrendiler ki beden ya da zihin kusuru izolasyonla cezalandırılamaz. Ortalıkta olmama mani olmak üzere, yüksek seviyede kamu saldırısına uğradım. İleri gelen kalemler; “Oyun oynuyor, pozitifliği tamamen yalan” şeklinde makaleler yayınladılar. “İyimserlik oyun bile olsa sizce bunun ne sakıncası var,” sorusuna cevap alamadım. Ama ortalarda olmaya devam ettim.

1996 yılının Kasım ayında şehrin tarihine, restoranda yemek yeme cesareti bulan ilk engelli olarak yazıldım. Erişilebilirlik hakkında bir fikrim yoktu. Ama içgüdülerim restoranda yemek yemeye herkes kadar hakkım olduğunu söylüyordu. .

Kaşı beyaz Restoranı’ndaki ilk rampa, Bilgi Üniversitesindeki ilk asansör tıpkı daha sonra çalışacağım Cenevre’deki Birleşmiş Milletler İnsan Hakları binasındaki rampalar ve asansörler gibi benden kalmadır. Mimar olmadan şehrin her köşesinde mimari izler bırakmak sanırım bana özgü oldu.

Ancak önümdeki tek engel kuşkusuz betona boğulmuş engebeli mimari değildi. Sadece dilenci kadınların sakatlığını meşru sayan sokaktaki insanlar için de, kamuda çalışanlar için de;. Dilenmeyen biri olarak sakatlığıma bakmadan dışarı çıkmam çizgiyi aşmak anlamına geliyordu. Yıllar sonra, aynı insanlar bu kez çok sokağa çıkmış olduğum için bana oy vererek meclise gönderdiler.  Erişilebilirlik hakkını hala kazanamamış olsak da görünürlük hakkını kazanmıştık. Bir Ortadoğu toplumu için yüzlerce yıllık önyargıları kısmen de olsa yenmiş olmak mutlu bir başlangıçtı.

Gerçi arada hala bağnazların saldırısına uğruyorum ama onları yenmeyi öğrendim. Bana ‘Allah bir bacağını almış Hala küfürden uyanmazsın’ diye tweet atan AKP Malatya Gençlik Kolları yöneticisini bütün topluma teşhir ettim. Görevden almak zorunda kaldılar.

Yine de toplumun arka yüzünü göstermesi açısından, dürüst bir hoyratlığı sahte bir şefkate tercih ederim.

Engellilik oranları resmi raporla düşürülmüş engellilere tekerlekli sandalye vermeyen THY’na savaş açtım.   Bana canlı yayında “Sizi çok seviyoruz, diyen genel müdüre, beni sevmeyin, haklarımızı verin.” Demiş olmam mücadele sloganına dönüştü.  Beş yıllık bir mücadele sonunda artık THY tekerlekli sandalye hizmeti için doktor raporu istemiyor.

AB Uyum sürecine katılmış gibi yaparak, engelli hakları üstüne kanun çıkarmak ve sonra yönetmeliklerle kurnazca hakları geri almaya savaş açtım. Devasa hile paketi ile baş edememiş olsam da; azımsanmayacak kadarını deşifre ettim ve geri aldırdım.

Sağ bacağını kaybetmişlere vergisiz araç edinme hakkı veren yönetmelik benim gibi sol bacağını kaybetmiş olanları bu haktan mahrum ediyordu. Mizahi çağrılarla savaş açtım. Beş yıl sürdü. Sonunda ben,  kazandığım hakkı hala kullanamadım ama sol bacağını kaybetmiş olanlar vergisiz araç alma hakkı kazandılar. Şimdilerde aynı mücadeleyi sol kolunu kaybetmiş olanlar için sürdürüyorum. Sonucu size mutlaka ileteceğim.

Bugünlerde engelli tanımı üstüne uygulanan korkunç bir yönetmelikle savaşıyorum. Kaşıkla verilen engelli haklarını kepçeyle geri almak için kullanılan doktor raporu hilesiyle… Engelli oranlarını en düşük düzeye indirerek onları engelsizlerin vahşi rekabeti karşısında savunmasız bırakmalarıyla.. Bu raporların yazılması için doktorları büyük baskı altında tutan hükümete bıkmadan usanmadan hatırlatıyorum.

Bizler kopan kuyruğu yerine gelen kertenkeleler değiliz. Olmak isterdik ama değiliz.

Öte yandan hepiniz izlediniz diye düşünüyorum. Vekil olarak bana pantolon giydirme kampanyasında hiç izin alınmadan bedenim binlerce kez konuşuldu.  “Hepimiz nasıl giyiniyorsak, Şafak’ta öyle giyinecek, ne diye bu konuya takıldınız, diye soran Sn Milletvekili Ruhsar Demirel’e kimse cevap vermedi. Tartışmaya devam ettiler.

Yaşam zaten çok zor ama içe kapanarak sorunları büyütmek çıkmaz sokak. Başkalarının sorunlarına kapımızı kapattığımızda, kendi çözümlerimizi de bulamayacağımıza inanıyorum.

Eğer çaresizliği, engelleri, katı bir geleneği, herhangi bir şeyi aşmaktan bahsediyorsak… Başka birinin acısını ya da yarasını sararken, kendiniz için mutlaka bir şey buluyorsunuz. İnsanların mücadelesinin içinde var olduğunuzda, bir başkasının derdine deva olmayı seçtiğinizde kişisel sorunlar önemsizleşiyor.

Sanırım yeryüzünde bunu en iyi bilenler kuşkusuz doktorlardır.

Tolstoy bütün mutlu ailelerin aynı ama bütün mutsuz ailelerin farklı olduğunu söyler. Kuşkusuz haklı.. Mücadeleyi kazanmada; mutlular değil mutsuzlar arasındaki fark belirleyici oluyor.

Acı ilkinde öldürmezse daha da güçlü kılar demiş Nietzsche. Benimki de böyle bir serüven oldu.

Eğer bana eski hayatımdan özlediğim bir anı kalıp kalmadığını soracak olursanız, var diyeceğim.  Ne kadar çok heyecanlanırsam heyecanlanayım kimseyi alkışlayamam.  Zıplamayı ve alkışlamayı hala çok özlüyorum.

Beni dinlediğiniz ve sabrınız için sizlere çok teşekkür ediyorum. Saygılarımla..

Şafak Pavey

 

Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesinde Öğretim Üyesi Osman Elbek’in Fakülte adına soruları

$
0
0

 

1-    13 sayısı gerçekten uğursuz mudur? (özellikle “13 numaralı peron”)

Sanırım Mayıs 1996 yılına kadar hiç düşünmemiştim bunu. Sonra geçirdiğim felaketin muhatabı ilan ettim,  ama artık hiç  kırgınlığım yok 13 numaralı perona. Gelip geçici bir öfkeden payını aldı diyelim.)

 

2-    19 yaşın deli doluluğunda ve bedenin “tam”lığında hayatın anlamı nedir?

Grunge giysiler, isyan, macera, sınırsız merak, kavak yelleri…

 

3-    Arkadaşlık nedir? Örneğin bir biletin arkadaşa ulaştırılması ne kadar önemlidir?

Arkadaş ekmekten önce gelir aile  adabımızda..Hele bir de  “o arkadaş” hareket kabiliyetinde  muhtaçlık düzeyindeyse ve çok kısa bir süre sonra bu hayatta olmayacağını biliyorsanız, arkadaşın bileti gelecekten bile daha önemlidir..

 

4-    “Çelik ve demirden oluşmuş bir dev gürültü” üzerinden geçerken insanın aklına neler gelir?

Gariptir onu hala çok net hatırlıyorum. Başımı isteyerek kurtardığım da hafızamda.. Çok korkmuştum.  “İnsan, trene aşağıdan baktığında çok korkunca, nereye sığınmalı,” diye düşündüğümü biliyorum. Ve bulamadığımı da…

 

5-    Dokuzu beş geçe tren arkasında sizi “eksik” bir halde bırakırken korku ne anlama gelir?

Korku trenle gitmiştir artık, geride kederli bir sükunet bırakıp..Geride ağır bir hafifleme bırakıp..

 

6-    Raylar üzerinde bedenin “eksik” oluşu ilk kez görüldüğünde insan neler hisseder? Utanır mı? Ambulanstaki sağlık görevlisine ne der? Ondan hangi sözcükleri, hangi tınıları duymak ister? Ya da neleri duymak istemez?

Tam olarak ne kadar eksildiğini anlamak istemez insan. Birazını geri almayı ümit eder, mesela parçalanmış kolunun bir kısmını.. En güçsüz anında olduğunu bilir, en güçlü  zamandayMIŞ gibi yapar..

 

7-  Onca kesip biçme sürecinde hekimden ne bekler bir hasta ve insan olarak?

Hasta olarak hekimine şımarıklık yapar. Onun işlerini zorlaştırmak için tuhaf isteklerle pazarlık yapar. İnsan olarak hekimine tapar. Nasıl kutsal olduğunu bilir karşısındaki beyaz gömlekli Tanrısal mucizenin..

 

8-  Hayata hiç mi küsülmez? İnsanın hayata küsme ve gücenme hakkı yok mudur?

Kinle küsmekle , nazlanarak gücenmek arasında bir seçim çıkar  önünüze..Kin duygusu bana çok fazla gelir, bünyeme oturmaz yabancı madde gibi.. Onun için nazlanarak gücendim elbette biraz. Bu bana hızla  barışmak için çok kullanışlı geldi..

 

9-  İyilik nedir? Ya kötülük, ya normal, ya anormal.. “Yeni” bedenle bir dergide görünmek çarpık toplumsal algılarımızı düzeltir mi?

Bedenimi öylece orta yerde sergilemek ve bu bedenin barışık olduğum bir parçam olduğunda diretmek ülkem için çok yeniydi. 90 lı yılların sonu, kusursuz estetiğe taparken devasa bir toplum basbayağı bir itirazdı.. Sonra anladılar ki ( ya da anlamayanlar susmak zorunda kaldılar ki) insan olduğuyla yargılanamaz..

 

10-  İnsanın olgunlaşmasında acı duygusunun yeri nedir? Bu duygu birkaç ağrı kesici ile giderilebilir mi?

Acıyı taşıma biçimi, aramızdaki  soyluluk  sınıflamasının en belirleyici ölçeğidir bence.. Ben mizahla taşıdım ve bu sanırım bana güç verdi… Annem;  tarihe bir atasözü bıraktığımı söyleyip dalga geçer benimle.. “Mizah en iyi ağrı kesicidir.” Ve en çok kendi üstüne yaptığın mizahın dozu ağrı keser..Biz de fazla gülmek, fazla mizah özgürlük çağrıştırdığından pek hoş karşılanmaz. Ama çok ironik olarak en olgunların  en fazla mizah yapabilenler olduğunu düşünmüşümdür hep..

 

11-  İnsan, kendi yaralarını ancak “öteki”nin yaraları ile sarıp sarmalayınca mı şifa bulur?

Gariptir ki, kazadan sonra başımı kaldırıp etrafıma baktığımda ne kadar çok sarılacak yara olduğunu gördüm. Ve sanırım “fırsatçı” doktorlarım da bunu yakalamış olmalılar ki beni koğuş koğuş gezdirip, acı pansumanı yaptırdılar. Sonuçta sapasağlam iyileşen ben oldum.

 

12-  Şafak Pavey bir küfür sözcüğü olarak kullanılan Ermeni’lerin gazetesi olan Agos’ta neden yazar? Toplumun en karanlık kuytularında “ibnelerin örgütü” olarak tanımlanan Kaos GL’in düzenlediği sempozyumunda neden konuşur? Yoksa bedeninin “eksilmesi” toplumdan “eksiltilenleri” mi keşfettirmiştir ona?

Bedenimin eksiklerinin beni oldukça keskin dönüştürdüğünü hep düşünürüm. Ama ne kadar içinden geçtiğim aile değerlerinden ne kadar  bedenden dönüştüm, bunu ölçemiyorum..

Hrant, 96 da Agos’u çıkarırken çok yalnızdı. Çok küçük bir gurup destekliyor, büyük bir grup başının belaya gireceğini söylüyordu. Yukarda da söyledim bizde arkadaş ekmekten önce gelir. Madem onun başı derde girecek, ortak olarak girmeli diye düşünmüştüm.  Ermeni olmadan da Ermeni olmanın dayanılmaz aşağılanmasını paylaşmak ona da bana da iyi gelir diye düşünmüştüm.

Kaos yine öyle.. Kim karar veriyor bazılarımızın ırkının, bazılarımızın cinsel seçimlerinin küfür olarak kullanılabileceğine..Karar vericiyi bilmediğimiz önyargıları değiştirme gücünü  ; ancak “ondan olmadan onun yanında durursak” yaratabiliriz, diye inandım hep..

 

13-  ”Johnny Walker” ve “Helga” kimdir? Neden isim koyar insan?

Protezlerime isim taktım çünkü onlar hayatıma yeni girmiş yabancılardı. İletişim kurabilmem için isimleri olması gerekiyordu.

Kendinle dalga geçme geni bizde çok baskın. İlk protez bacağı kullanmaya başladığımda baktım ki yönetemiyorum, o canının istediği yere atıyor adımları yalpalanarak; olsa olsa sarhoştur, dedim. Ve o gündür bugündür bacak protezimin adı Johnny Walker  kaldı.

Sonraları, yabancı gelin alma ülkesi değişip, Nataşa kod adına döndü ama benim kaza geçirdiğim dönemde Avrupa’dan gelmiş uyumsuz gelinlerin kod adı Helga’ydı ve onlarla ilgili hep olumsuz haber yayınlanırdı. Kol protezim hantal ve uyumsuz olunca Helga adını takmıştım.. Bu isimler bizi uzun süre eğlendirdi..

 

14-  “Protez”e ulaşamayan insanların karşısından insan kendi protezine bakıp ne düşünür? Ondan utanır mı? Onun üzerini örter mi? Ya da neden örter?

Protezim oldukça hafif ve pahalı. Diz için elektronik beyni var. Kullanan bilir, insan bir protezden ne bekler? Hafif olmasını ve mümkün olan en fazla hareket imkanını.. Bunu yaptırma imkanı olmayan birinin yanında protezini göstermek çok ağır gelir bana.. Savaşlar, yoksulların bedel ödediği alanlardır. “Kahraman” olarak gönderip, ölmeyip sakat kalırlarsa “insan yükü” olarak geri aldığınız  “Savaş artıklarının” alanlarıdır. Muhtemelen benim ulaştığım teknik imkanlara ulaşması  oldukça güç olacak  olanların yanında, kendi imkanlarımdan kesinlikle ve elbette çok utanır , imkanlarımı mümkün olduğunca saklarım..

 

15-   Protez bacaklı bir kadın protezi kırılıncaya kadar dayak yiyince ne hisseder? Kadın olmak nedir bu ülkede?

Dayak yediğimde beni şaşırtan dayağı atan olmamıştı. Dünyanın her yerinde bir insanı döven başka bir insan çıkabilir. Aramızdaki farkı; hukukun, polisin ve hastanenin dayak yiyenle dayak atana karşı duruşları belirler. Beni şaşırtan hukuku, asayişi ve sağlık hizmetini temsil edenlerin davranışları olmuştu.

Polis, hâkim ve hekim birbirlerinden habersiz olarak bana aynı soruyu sordular: “Gece yarısı Beyoğlu’nda sakat bir kadının ne işi olabilirdi?”  İronik olan İsveç Büyükelçiliğinde Kadına karşı Şiddet toplantısından dönüyor olmamdı.  Ama annem çok radikal biridir. Polise, “Varsay ki; fuhuş yapıyordu, vatandaş haklarından yararlanmayacak mı, bu durumda,” diye meydan okuduğunu hatırlıyorum. Ve sonra sanık beraat etti. Muhtemelen benim bedenime bakmadan uygunsuz bir saatte sokakta olmam kültürü hukuku etkiledi.

Ama bununla çelişen paralel başka bir kültür daha var sokakta. Bir yıl sonra beni döven bey aracılar koyarak özrünü kabul etmemi istedi.  Çünkü delikanlı âleminde sokakta engelli dövmesi asla bağışlanmamış. Sokağa çıkabilmek için benim onayıma ihtiyacı vardı.

 

16-   Vücudun bir parçası olmadığı için protez bacağın kırılması “darp” sayılmadığında öfkelenir mi insan? İşte tam da bu durumda kendisinden ya da protezinden değil ama insanlıktan utanır mı?

Kesinlikle çok şaşırdığımı ama öfkelenmediğimi hatırlıyorum..Toplumumuzun dilinden düşürmediği büyük merhamet gösterilerine rağmen aslında engelli olmanın en küçük bir parçasına bile yabancı olduğunu anlıyor insan. Toplum yabancı olunca hukukta da yer bulmuyor. Oysa sizin sol bacağınız her ne ise hukuk karşısında benim de sol protezim aynısı olmak zorundadır. Çünkü işlevleri aynı… Hukuk fakültesinin ilk dersinde, vicdanınıza aykırı gelen şey hukuktur, diye öğretirlermiş..  Bence bu öğreti üstünde daha hayli kafa yormamız gerekiyor, sanırım..

 

17-   Son olarak; size etek de pantolon da çok yakışıyor sayın Pavey. O halde etek ve bacak neden bu kadar fazla yer işgal ediyor hayatımızda?

Milletvekili olmadan önce biri bana ülkenin çok önemli bir siyasi konusu olarak kendi bacağımla ilgili 3 kez basın toplantısı düzenleyeceğimi ve yüzden fazla medya kuruluşuna demeç vereceğimi söyleseydi, Aziz Nesin öykülerinden çalınmış bir mizah olduğunu düşünürdüm. Ama ben bunu yaptım hem de büyük ciddiyetle..

İlginç olan kolumda protez ama her nedense bu siyasi olarak ilgi çekmiyor. Çünkü sanırım bir bacağın mekanik olarak görünmesi,   önyargıları hayli zorluyor.  Ve bana sürekli olarak pantolon giymem telkin ediliyor.  Estetik kaygıların ne kadar muhafazakâr olduğunun da bir yansıması sanırım.

Milletvekili olmadan önce oldukça mütevazıydim. Bacağımla göz önünde, barışık yaşamamın pekte önemli bir cesaret olduğunu düşünmemiştim. Ama şimdilerde üstüme bir kibir geldi. Meğer nasıl katı bir kuşatmaya karşı direnmişim.  Basbayağı önyargıları sallamışım)

Şafak Pavey: Cumhurbaşkanı’ndan cemaatle arabuluculuk yapması istendi mi?

$
0
0
20.12.2014
T24 – Hülya Karabağlı / Ankara 
 

Pavey: Sn. Başbakan; ‘cemaatle kavga başladığında ne istediyseler verdik’ dediler. Kamu kaynaklarından verildiği aşikâr olan neyi, niçin verdiler

 

CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey, yazılı bir açıklamayla hükümete 14 maddelik yolsuzluk soruları yöneltti. “AKP üst düzey yetkililerinin, Sn. Cumhurbaşkanı’na yolsuzluk bilgilerinin kamuoyuna daha fazla yayılmaması için cemaatle arabuluculuk yapması ricasıyla başvurdukları doğru mudur” diye soran Pavey, “Bu dehşet verici yolsuzluk iddialarında, iktidar değil de; karşıtları suçlansaydı; nasıl davranacaklarsa öyle davranmalarını diliyorum: Hükümetin, sadece bir kere siyasi ahlaka sadık davranmasını diliyorum” dedi.

“Sorularımı kamuoyunun gözleri önünde hükümete soruyorum” diyen Pavey’in değerlendirmeleri ve soruları şöyle:

“Birisi hakkı olmayan bir şeyi alıyorsa, o hakkın gerçek sahibini yoksun bırakır. Bir ülkede sefahat varsa ihtişam; ihtişam varsa yolsuzluk ve sefalet kaçınılmazdır.

Ben genç bir muhalefet milletvekili olarak meclise geldiğimde siyasetin temizlenmesine küçük de olsa bir katkım olacağını, çeşitli siyasi katmanlardan aynı düşünceyi paylaşacağımız milletvekilleri olacağını ümit ediyordum.

Oysa bambaşka bir durumla karşılaştım. Kürt barışı, Suriye gibi en hayati görüşmeler garip bir esrarla yürütülürken; siyasi ahlaksızlıklar inanılmaz şeffaftı. Herkes diğerinin hangi yolsuzluk paydası içinde olduğunu biliyor, bunu diğerleri ile açıkça konuşabiliyordu.

Bu dehşet verici yolsuzluk iddialarında, iktidar değil de; karşıtları suçlansaydı; nasıl davranacaklarsa öyle davranmalarını diliyorum: Hükümetin, sadece bir kere siyasi ahlaka sadık davranmasını diliyorum.

- 17 Aralık 2013 tarihinde başlatılan yolsuzluk soruşturması kapsamında ilgili bakanların soruşturmanın selameti açısından istifa etmeleri siyasi ahlak gereği zorunlu değil midir? Adı geçen bakanlar; bizi şaşırtsaydılar ve soruşturma sonucunu beklemek üzere istifa etmiş olsaydılar, çok temiz bir siyaset geleneği yerleşmiş olmaz mıydı?

- Halen süren yolsuzluk soruşturmasının, buzdağının görünen bölümü olduğu, daha fazlasının kamuoyunun bilgisine sunulmaması için; çatışma gurupları arasına uzlaşma sağlamak göreviyle yüksek dini temsilcilerin devreye girdiği doğru mudur?

- Hukuk sistemimiz içinde paralel bir başka örgütlenme var mıdır? Adalet Bakanlığı konudan ne kadar haberdardır?

- İstanbul Milletvekili Hakan Şükür için Genel Başkan Yardımcınız Mehmet Ali Şahin; “Emrettiler milletvekili oldu, emrettiler ayrıldı” demecini vermiştir. Bir milletvekiline emreden isim veya güç kimdir? Bu milletvekilliğinin bir emirle gerçekleştiğini iddia ettiğinize göre siz Sn. Şükür’ü milletvekili yapmak için kimden emir aldınız?

- Sn. Başbakan; “cemaatle kavga başladığında ne istediyseler verdik,” dediler.  Kamu kaynaklarından verildiği aşikâr olan neyi, niçin verdiler?

- 16 Aralık 2013 tarihinde CNNTÜRK televizyonunda yayınlanan Tarafsız Bölge programında; Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın tutuklanmasını; başbakanın mı cemaatin mi isteyip istemediği tartışılmıştır. Gerçekten siyasi ya da bürokratik mevkiiler istediklerini tutuklama hakkına ve gücüne sahipler midir? Mesut Yeğen, Ferhat Kentel gibi kamuoyuna mal olmuş isimlerin tutuklanmalarına başbakanın mani olduğu doğru mudur? Türkiye hukuk sistemi ve Türkiye Polis teşkilatı adaletin değilse, kimin kontrolündedir?

- Yeni Şafak Yazarı Abdülkadir Selvi 2 Aralık 2013 tarihindeki yazısında şu soruları sormuştur:

“2004′ten önce kaç valiniz vardı, 2004′ten bu yana kaç valiniz oldu?

2004′ten önce kaç milletvekiliniz vardı, 2004′ten bu yana kaç milletvekiliniz oldu?

2004′ten önce kaç bakanınız vardı, 2004′ten sonra kaç bakanınız oldu?

2004′ten önce kaç üniversiteniz vardı, 2004′ten sonra kaç üniversiteniz oldu?

2004′ten önce ticaret hacminiz neydi, 2004′ten sonra ticaret hacminiz ne oldu?”

Bu hukuk devleti ilkelerine aykırı iddialardan anlaşıldığına göre; Hükümet 2004 yılından bu yana vali, milletvekili ve bakan atamalarında mesleki değil, başka standartlar uygulamış görünüyor. Bu soruların muhatabı hükümettir. Kendi milletvekili ve bakan seçimi tamamen hükümetin keyfine mahsustur. Ancak devlet görevlerinin dağıtılmasında bu keyif kullanılamaz. Bu durumda bu sorulara hükümetin cevabı ne olmuştur?

- Çeşitli iktidar mensuplarının;  “kavga devam ederse birlikte çökeriz,” diye kamuoyunun haberdar olmadığı, “Efendimiz” adıyla anılan kimi dini liderleri, cemaat- hükümet anlaşma görüşmeleri için devreye soktuğu söylenmektedir. Bu iddia doğru mudur?

- AKP üst düzey yetkililerinin, Sn. Cumhurbaşkanına yolsuzluk bilgilerinin kamuoyuna daha fazla yayılmaması için cemaatle arabuluculuk yapması ricasıyla başvurdukları doğru mudur?

- Kemalettin Özdemir kimdir? Emniyet imamlığı bilinen gerçek bir imamlık mıdır, yoksa her türlü makamın üstünde mutlak bir itaat makamı mıdır? Emniyette öyle bir kadro var mıdır? Varsa hangi kanunla ihdas edilmiştir?

- 17 Aralık 2013’ öğlen saatlerinden itibaren bugüne kadar başbakanlık danışmanlarınca medya guruplarının en üst yetkilileri, “siyasi yolsuzluk göz altılarına” dair haberleri öne çıkarmamaları, hükümete komplo yapıldığı tezini öne çıkarmak konusunda uyarılmışlar mıdır? Uyarıyı görmezden gelenlerin;  “kaydedildiği” tehdidini kullanmışlar mıdır?

- Neden Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı yolsuzluk soruşturmasını iki yıldır takip ettiği söylenen uzman emniyet görevlileri arka arkaya görevlerinden alınmaktadırlar? Bu teknik uzmanlık açısından uygun mudur? Neden soruşturmanın sağlıklı yürütülmesini sağlamak yerine, soruşturmayı etkisizleştirmek için aralıksız atamalar yapılmaktadır?

Türkiye yolsuzlukları ve bu korkunç suiistimalleri bu yolla öğrenmeyi hak etmiş midir? Hükümetin üyeleri gözlerinin önünde süre giden bu yolsuzlukları fark etmediyseler;  bakanlık yeteneklerinin; fark edip sustuysalar, siyasi ahlaklarının gözden geçirilmesi gerekmez mi?

- AKP iktidarı mensuplarının;   kamuoyunun önünde adeta hiçbir şey olmamış gibi ıslık çalıp havaya bakarak dolaşmaları; gözlerden ırak köşelerde yolsuzluk soruşturmasını etkisizleştirmek için planlar uygulamaları; ‘şeffaf ve demokratik hükümet sorumluluğu’ ile ne kadar bağdaşmaktadır? “

Herkesin bildiği sır: Uludere

$
0
0
Şafak Pavey – T’24 BLOG /  28.12.2013 
 
page_herkesin-bildigi-sir-uludere_823506114

‘Uludere olayının sırrı; PKK’nın 3 yöneticisinden biri olan Fehman Hüseyin isminde gizlidir’

Masamın üstünde, Uludere ve köylerinden söz edilen 6 Mayıs 1990 tarihli bir Meclis tutanağı duruyor: “Gerçeği bilen, bu meseleyi istismar etmez; çünkü o yörede geçim kaynağı olarak, bir hayvancılık vardır ve bir de sınır ticareti vardır, hatta kaçakçılık da yaparlar; başka geçim kaynağı yoktur. Gitmezse, oradan almazsa, gelmezse, başka türlü iş yapacağı yok. Hayvanı olmayan da başka iş yapamaz; o yörenin gerçekleridir bunlar.”

Tutanaktan anlaşılan, Uludere’de kaçakçılık ve sınır ticaretinin bir yaşam tarzı olduğu en azından 20 yıldır resmi olarak biliniyor. Oysa Başbakan; “Burada terörist mi, yoksa kaçakçı mı oldukları bilinmiyor. Terör örgütünün mensubu da sivildir. Ama o sivil görüntü altında teröristtir. Bunları görmeden ilk günden itibaren hep sivil, sivil, sivil… Ben buna da bir beyin yıkama ameliyesi diyorum.” demişti. Tutanağı okuyunca, Uludere’de beyin yıkama eylemi olduğunu daha çok anladım. Ama hükümetin eylemi olarak… Uludere için, yakın tarihe dönüp bakarsak, bugünü anlayacağımızı düşünüyorum.

28 Aralık 2011 gecesi henüz birkaç aylık acemi milletvekiliydim. Gece yarısını birkaç dakika geçe yabancı bir ajanstan gelen haberle sarsıldım. Uludere’de ilk tespitlere göre otuzdan fazla kaçakçı çocuk bombalanarak öldürülmüştü. Bir tweet yazdım:

“Kar don tutmuş Uludere’de… Issız sınırda yaşamak için mazot taşıyor çocuklar. Kaçak mazottan daha ucuz hayatları yoluna girmeyen çocuklar.Ansızın bombalar iniyor başlarına ve şimdi defnedilecekler. Yanlış olan nedir! Nedir vicdanlarımızı ağır bir zincirle bağlayan..”

Birkaç dakika içinde neye uğradığımı anlayamadığım bir saldırı kampanyasının içindeydim. O sırada AKP’nin sosyal saldırı kıtalarından, komutla saldırıp komutla sustuklarından haberdar değildim. Hükümet taraftarları bombalanmış kaçakçı çocukların “PKK’lı” olduklarından emindiler!? Suçlamalar şöyleydi. “Müslümanlara komplo, MOSSAD, dış güçler, hükümeti devirme planınız işlemez…”

Gece yarısını geçmiş o saatte “görevliler” ayaktaydı ve daha henüz ülke çoğunluğunun bile haberdar olmadığı bir katliamın “kim tarafından ve neden” yapıldığını biliyorlardı. Saldırgan bir siper halindeydiler.

Hep söylerim; ülkemiz başkaları için utanç olacak konularda aklı almaz derecede şeffaftır diye… Gerçek anlamda, ‘O gece’ nasıl bir ülkede yaşadığımızı anladım. Hükümet doksan sene sonunda, “zorla modernleştirilmiş Müslüman toplumun” rövanşını almıştı.Her ne nedenle olursa olsun iktidara soru sormak doğrudan dine ihanetti. Velev ki; “Yanlışlıkla öldürülmüş kaçakçı çocuklar bile olsa!”

Uludere haberi Wall Street Journal’da  yayınlandığında Başbakan; “Belli medya kuruluşları bir görüşü, belli medya kuruluşları farklı siyasi görüşü destekler. Amerika’da da bu var. Wall Street Journal’ın da var. Mevcut yönetimi zora düşürmek için bu uydurma haberi yapmıştır” demişti.

Bugün aramızdan herhangi biri Uludere’yi yabancıların yaptığını düşünüyor mu? Uzun zaman sonra Uludere’yi MOSSAD’ın ve CHP’nin yapmadığı ortaya çıktı. Devlet zafer uğruna büyük risk alarak “yanlışlıkla” yapmıştı.

Partimiz TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi Levent Gök’ün Uludere Raporu’na koyduğu şerhinde de gördüğümüz üzere, Uludere herkesin bildiği bir sırdır.

Gün ışığına çıkan gerçek; öldürülen çocuklar, yüce iktidar sürdürülebilirliği karşısında zerre değerde olmadıkları için gerçek sayılmamaktadır.

Bombalanan çocukların sivil kaçakçı vatandaşlar olduğu gerçeği hükümet tarafından; daha bombalama esnasında bilinmesine karşın karanlıkta bırakılmış, bana saniye saniye gönderilen hakaret tweetlerinden de anlaşılacağı üzere PKK’lı oldukları algısı yerleştirilmiştir.

Uludere olayının sırrı; PKK’nın 3 yöneticisinden biri olan Fehman Hüseyin isminde gizlidir. Kudrete doyamayan hükümet; 1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla DSP’nin  kazandığı siyasi zaferin benzerini hesaplamış, Kürtlerle barışa mecbur kalmadan iktidarını perçinleyeceğini hayal etmiştir. Bu büyük zafere ait bilgi ve emirlerin doğrudan Başbakan tarafından yönetilmediği ihtimali sıfırdır.

Kasım 2011’de; “Fehman Hüseyin’in sınır bölgesine yakın bir yerde olduğu” istihbarat bilgisi hükümettedir. Dolayısıyla risk alınmış, içlerinde Fehman Hüseyin’in olduğu sanılan ve kaçakçı olduğu bilinen gruba bütün riskler göze alınarak atış emri verilmiştir. Hükümet, on gündür izledikleri yol için hâlâ “biz kaçakçıların gittiğini görmedik” diyebilir mi?

Olayın daha ilk anından itibaren, psikolojik propaganda kampanyası kapsamında bunu defalarca söyledi. İnsan hayatının devlet tarafından korunması ilkesi, devlet eliyle iflas etmiş, propaganda zaferiyle sonuçlanmıştır.

Devletin şeffaflığı ve insan hakları alanında önemli bir milat olan Uludere olayında, devletin her ayrıntısını başından bildiği olayın gerçeklerini açıklamaması, zamana yayılarak unutturması ve karartması bir hükümet politikası olmuştur.

Uludere’de bana dehşetengiz büyük resimden bile daha acı gelen kimi ayrıntılar var:   Çoğunluğun da korucu olduğu köyde, devletle korucu arasında son derece canlı ve birbirinden haberdar bir ilişki bulunmaktadır. Asker ve korucular birlikte PKK’ya karşı nöbet tutup sınırı gözetlemektedirler.

Bu ilişki, beraber savaştıkların tarafından öldürülmek ve cenazeni “düşman saydığın tarafın” kaldırmasıyla sonuçlanınca, taşınan nasıl ağır bir yüktür?

Bombalamadan sonra köylüler olay yerine yürüyerek gitmişler, cenazelerini katır sırtında köye getirebilmişlerdi. Olay yerine herhangi bir askerî ve sivil kurtarma ekibi gelmemiş, acil müdahale edilseydi kurtulabilecek kimileri kurtarılamamıştı.

Grup, top atışı başlayınca; kendilerinin “tanış kaçakçılar,*” oldukları mesajını verebilmek için bir araya toplanmıştı. Muhtemelen ölürken bile devletin yanıldığını sanıyorlardı. Hüseyin Fehman’ı yakalamak için kendilerinin bilerek feda edileceğini herhalde hayal bile edemezlerdi.

Hükümetin hiç doyurulamayan siyasi zafer ihtirası için canları feda edilmişti. Tıpkı onları öldürürken yanılttıkları gibi, bizi de onlar hakkında yanıltması, hükümetin propagandanın geleneksel gücüne doyamadığının en ağır kanıtı olarak vicdan tutanaklarımıza kaydedildi.

Elimizde kalansa definleri kaçak mazottan daha ucuz çocuklara dair vicdanlarımızı ağır bir zincirle bağlayan ağır sessizlik oldu…

 

Dip Not*: Bir insan hakları ihlali olarak son nefeslerinde yanıltılarak öldürülen 34 insanımızın; beşi 13 yaşında, (Orhan Encü 1998, Erkan Encü 1998,Muhammed Encü 1998, Bedran Encü 1998,Şivan Encü 1998,); biri 14 yaşında (Savaş Encü 1997,); ikisi 15 yaşında (Celal Encü 1996,Serhat Encü 1996,); dördü 16 yaşında (Selahattin Encü 1995, Salih Ürek 1995, Yüksel Ürek 1995, Bilal Encü 1995,); beşi 17 yaşında (Aslan Encü 1994, Şerafettin Encü 1994, Mahsun Encü 1994, Cemal Encü 1994, Vedat Encü 1994,) ikisi18yaşında(Özcan Uysal 1993, Salih Encü 1993,) dördü 19 yaşında irvan Encü 1992, Nevzat Encü 1992, Cihan Encü 1992, Adem Ant 1992,) ikisi20yaşında (FadılEncü 1991, Hüseyin Encü 1991,); ikisi 21 yaşında (Seyithan Enç 1990, HamzaEncü 1990,) yedisiyetişkindir (Selam Encü 1989, Mehmet Ali Tosun 1987, Zeydan Encü 1986, Nadir Alma 1986, Hüsnü Encü 1981, Osman Kaplan 1980, Selim Encü 1973), 27 si aynı aileden, tamamı yeşil kartlı, 27’sinin ailesi köy korucusudur.


Türkiye Ve Avrupa Arasında Demokrasinin Yeni Giysileri

$
0
0
FES – S&D, Global Progressive Forum, İstanbul, 22 Kasım 2013
 

Soğuk Savaş’ın sona erişi geride kutup ideolojilerden arınmış bir dünya bırakmadı. Berlin Duvarı şenliklerle yıkıldıktan sonra, çağdaş siyasi dünyada işlerin yoluna gireceğini umuyorduk.  Marks geleneğinin de insanlığa söyleyecek sözü kalmamış gibiydi. Fakat öyle olmadı. İşler hiç yoluna girmediği gibi, politikaya yeniden Tanrı mesaj vermeye başladı.

Demokrasi, içinden geçtiğimiz yüzyılda büyük değişime uğramakla kalmadı, demokrasinin ulaştığı ülkelerde giydiği elbiseler oldukça farklılaştı. Ortadoğu’da demokrasi katı dindarlık elbisesi ile karşımızdadır.

Modern İslam demokrasisine örnek gösterilen Türkiye’de, bugünkü yönetimin gücünü; Tanrı’nın verdiği rövanş görevinden aldığına inananlar hayli çoktur.

Günümüz Amerika’sının dünyaya teklif ettiği model;  ‘Herkes için demokrasidir.’ Ama beklenen sonucu vermiyor. Sunulan yönetim bilgisi, anlamını koruyamadı. Hatta kumun cama dönüşmesi kadar tuhaf bir değişimle;  içine girdiği kültürler tarafından ilk haline hiç benzemeyen yeni bir biçimle karşımıza çıktı.

Kuzey Kore’de, Fransa’da, Yemen’de halk demokrasileri.. Ama bu devletlerin kendilerine verdikleri isimle; bizim algılarımız hayli farklı… Siyasi yapıda, aynı kavramlardan, farklı içerik yaratmak bu yüzyılın en belirgin yanıdır.   Siyasi sorunlara batıdan alınarak uygulanan çözümler, bu nedenle başarılı olmuyor.    

Bildiklerimizle, gerçeğin nasıl birbirinden bağımsız yürüdüğünü, gözden geçirelim;

Batıda ekonominin yürütülmesinde, vergilerin düzenlenmesinde, paylaşımdaki adalet oranları, Avrupa solu ve sağı arasındaki farkı belirleyen önemli ölçeklerdir.

Avrupa’da sol; reformist, işçi sınıfı temsilcisi olarak yoksullaşmaya karşı sosyal devlet projelerinin mimarı olarak varlık bulur.  Sağ ise; gelenek üzerinden varlık bulur. Ama yeşil politikalara ya da temel insan haklarına bir sol parti kadar açıktır.

İkisi arasındaki temel anlaşmazlık; birey ve devlet ilişkisindeki sorumluluklara göre şekil alır. Yeni sosyalizm sosyal devlet değerleri ile gücünü sürdürürken, muhafazakârlık devletin bireye müdahale etmemesi üstüne şekillenir. Ama her ikisinde de; örneğin ifade özgürlüğü tartışılamaz.

Bizde sol ve sağ daha karmaşıktır. Kendilerine solcu diyenler, hiç işgal edilmemiş bir ülke olarak sömürgeciliğe karşıdır. Sadece sosyal alışkanlıklarında özgür olup, siyasi geleneklerde kapalı olanlardır.

Sağcılar ise, solcuları ekonomik bir sistem üzerinden değil, Sünni geleneğe bağlılığından şüphe duyulanlar ya da bu bağlılığı hayat biçimi ile açıkça ifade etmeyenler olarak kabul ederler. Onlar ana çoğunluktur.

Batıda; sağ ya da sol partiler; hayat kalitesini yükselterek vatandaş memnuniyetini güvence altına alacaklarına ikna ettiklerinde oyları değişir. Elbette yeni yüzyılın siyaset araçları olarak göçmen politikaları çok belirleyicidir.

Bizde ve Ortadoğu toplumlarında bunların hiç birisi öncelikli değildir. Göçmen politikasının hiçbir karşılığı yoktur.

Doğa politikaları, sivil toplum örgütlerinden başkasını ilgilendirmez. Vergi, toplumsal bir sözleşme yükümlülüğü olarak algılanmaz. Yönetenlerin sefahati, dini geleneklere bağlı oldukça, hak kabul edilir. Sefalet ve sefahatin birlikte yükselmesi, dini sadakat sürdürüldükçe sorun olarak görülmez. Gelecek kuşakların hayat kalitesini değil, dindar ve kalabalık olmasını planlamak değerlidir. Kalabalık olmak güçlü olmaktır.

İslamcı hükümet, batının cazibeli sol değerlerinden söz ederek yoksulların ve ezilmişlerin hamisi olarak oylara talip oldu.

Avrupa’da, sol partilerle ve yeşil partilerle ittifak kurdular. Bu oldukça karmaşık bir koalisyon gibi görünüyor. Çünkü Avrupa’da sol partiler, güçlerini örgütlü işçi hareketlerinden alırlar.

Hükümet; Cumhuriyet tarihinin en örgütsüz, en güvenliksiz işçi politikalarını uyguluyor. İşçilerinin sanayi dönemi koşullarında, elli derece sıcakta çalışması ile övünen başka bir siyaset gurubu tanımıyorum. Kadrolu işlerin tasfiye edilerek, bütün bir işçi sisteminin taşeronlaştırılması, bu hükümet tarafından uygulandı..

İş kazaları ölümleri Çin’den sonra dünyada ikinci… Cılız sendikal haklar, toplumsal itaatsizlikle eş anlamda. Türk Hava Yolları grevinin sonuçları tam bir felaket… Cuma namazı, gençlerin işsizlik sorunundan önde gelir.  

Avrupa’da bütün siyasi hareketler tek karış doğa için kıyamet koparırlar. Bizde hükümet beton üstünden para üretiyor.

Bizde sağ ve sol siyaset, dindar ya da dinsiz olmak üstünden ayrışır. AKP hükümeti gücünü; ana muhalefet partisinin toplumu dinsizleştirdiği siyaseti üstünden besliyor. Batıda herhangi bir sağ partinin, karşıtlarını dinsizlikle suçlaması hayal bile edilemez.  

Buna rağmen, Batı solcularının, İslamcılarla ittifaklarına şaşırmamak mümkün değil. Kendi ülkelerinde asla kabul etmeyecekleri tutuculuğu bizde alkışlıyorlar.

Ölümcül bir yanlış olarak, bizde laikliğin derin kökleri olduğu varsayılıyor. Oysa katı İslam kültürü içinde seküler hayat, sazlıkta yetişen bitkiler gibi yüzeyseldir. Bunun yeryüzündeki tek denemesi olan Türk tipi Müslüman toplum ise, hızla katı Sünni topluma dönüşmektedir.

AKP’nin 76 milyon içinde ancak 80 bine inmiş sayısı ile toplumda hiçbir belirleyiciliği  kalmamış gayrimüslimleri sözde hoş görüp, Alevileri aşağılaması da tam olarak bu dönüşümün kilometre taşıdır.

Bizde laiklik algısı oldukça karışıktır. Örneğin Ayasofya’ya bakalım. Garip bir ironi ile Tanrıyı temsil eden Ayasofya; dini bir eser olarak seküler markadır. 537’de inşa edilen, adı ‘Kutsal Bilgelik’ anlamına gelen Ayasofya; cami yapılırsa dindarlığı, müze yapılırsa sekülerizmi temsil eder. Modernite ile gelenek mimaride bile çatışırlar.

Diyanet Sünnilik dışında hiçbir inanca bütçe ve onay sunmuyor. Bu da aramızdaki derin uçurumu resmileştiriyor, meşrulaştırıyor. Oysa Batıda sağ ve sol; demokrasinin bir şartı olarak çok kültürlü değerlerin uzlaşmasında anlaşmıştır.

Hükümet büyük çoğunluk ile seçilmesinden gurur duyuyor. Çoğunluğun hassasiyetlerini öne alırsanız, oyunuz yüzde seksene bile çıkabilir. Ama oran ne olursa olsun, çoğunluğun her isteği kamusal alanda emre dönüştürülemez. Çoğunluğun hatırı için temel hak ve özgürlüklerden vazgeçilemez.

AKP yoksul kitlelere yüksek dozda ahlak politikasıyla ulaşıyor. Çoğunluğu göreve çağırıyor. Bu da yoksulların sadakatini garanti altına alıyor. Uyguladığı politika; Oyu veren fakir kalsın, oyu alan zirvede dursun.

Önceki aksak siyasi dönemlerde; Halk istediği gibi dini rehberliği takip etsin, ama kamuya dini taşımasın amacı vardı. Kuşkusuz kültüre ters olan bu durum, elbette hiç yürümedi. İronik olarak, AKP bugünkü gücünü bu amaçtan kazandı.

Şimdi ise din, kişisel inanç düzeyinden kurumsal düzeye çekildi ve artık alafranga- alaturka tuvalet çatışmasından; masada çatal bıçak mı, çatal kaşık mı konacağına, hamilelerin sokakta yürüyüp yürüyemeyeceğine kadar, hemen her konuyu dini rehberlikle öğreniyoruz.

Temelinde Tanrının emrine itaat ekseni olan hiçbir siyasal hareket demokratik olamaz. Adonis’e referans vermek isterim; “Askeri diktatörlük kafanı ve siyasal düşünceni kontrol eder. Dini diktatörlük, kafanı, kalbini, ruhunu ve bedenini yani bütün hayatını kontrol eder.” Dolayısı ile çifte baskı yaşarsınız. Her iki tarz da huzur, refah ve bilim eksininde harmanlanmış hayal ettiğiniz demokrasi olamaz.

Dini emirlerle sunulan bir demokrasinin özgürlüklerle uzaktan yakından bir ilişkisi olmadığını biliyor ama çoğunluk tehdidinden ötürü söyleyemiyoruz. Söylemeyi denediğimizde başımıza neler geldiğini biliyoruz.

Örneğin, Kadırga ve Edirnekapı karma öğrenci yurtlarının ayrılmasına ilişkin Parlamento’da soru önergesi vermiştim. O günden bugüne uğradığım hakaretlerin hacmini ve niteliklerini size anlatmaktan yüzüm kızarır.  Ahlak kaygısı ile yurtları ayıranlar; kendileri gibi düşünmeyenleri ahlaksızlık kampanyası ile susturuyorlar.

Ben hiç kendi ülkemde suç ve günahın, af ve sevabın bu kadar karıştığı bir dönem görmedim. İçki suç mu, günah mı, doğrusu bilmiyorum. Kız ve erkeklerin aynı evde kalmaları suç mu, günah mı, yine bilmiyorum. Eskiden yasaların temel hak ve özgürlükler için düzenlenmesi uğruna mücadele ediyorduk. Şimdi ise kutsal kitabın temel hak ve özgürlüklere aykırı olmamasını dileyerek mücadele ediyoruz.

Dini temeller üzerine kurulmuş siyasal sistemlerde demokrasi olmaz. Bunu tekrarladığınızda dinsiz, kâfir, toplum düşmanı, din düşmanı, baskıcı, Ergenekoncu olmak gibi muazzam saldırılar başlar. Çünkü, farklılar olarak toplumsal mutabakat içinde yaşamak yerine, dine düşman insanlar olarak dart tahtasına konuluyoruz. Oysa kişisel inanç üstünde en küçük bir kabalığımız, saygısızlığımız söz konusu olamaz.

Ama din bizi bir kurum olarak yönetmeye başladıysa gelecekten neyi bekleyebiliriz ki:

Genellikle sizin; muhalefetin beceriksiz olduğu için AKP’nin bu kadar güçlü olduğunu düşündüğünüzü duyuyorum. Daha önceki siyasi dönemlerin masum olduğundan söz etmeyeceğim. Elbette mükemmel değiliz ama söylemek isterim ki, Türkiye’de dini popülizmle ortaya çıkan bir politik hareket karşısında durabilecek herhangi bir güç söz konusu olamaz.

Size garip gelebilir ancak otuz yıldır siyaseti darbecilerin kanunları belirliyor. Buna askeri vesayeti yıkmakla övünen AKP iktidarı da dâhildir. Bu realiteden de anlayacağınız gibi, İslamcılarla ordunun, dostları değil ama düşmanları ortaktır.

Kendimiz için hukuk devleti tanımı kullanıyoruz. Fakat kutsal kitapla emredilmiş hukuk dururken, toplumu insan aklıyla yazılmış kurallara uyma konusunda ne kadar ikna edebiliriz? Zaten bizi izlerken sizin için en anlaşılmaz özelliğimiz,  en iyi yasaları çıkarıp; uygulamıyor olmamız değil mi?

Ne yazık ki; elimizdeki hukuk, günlük hayatımızda adaletle ilişkimizi düzenleyemiyor. Çünkü hukuk bizde düşman için kullanılıyor. Suçlu için değil.

Artık gençler neye göre tutuklanıp tutuklanmadıklarını, neye göre işten atılıp atılmadıklarını ve neye göre kamu görevlerine alınmadıklarını bilmiyorlar.

Mesela Uludere’deki kaçakçı çocukların öldürülmesi esrarını koruyor.

Mesela Mayıs 2011 de Hopa’da doğa hakları gösterisinde Metin Lokumcu ağır gaz sonucu hayatını kaybetti. Hala emri verenin cezalandırıldığını görmedik.  Haziran 2013’te yani tam iki yıl sonra, 19 yaşındaki öğrenci Ali İsmail Korkmaz kuytuya çekilerek, polis vatandaş işbirliği ile dövülerek öldürüldü. Sonrası karmakarışık..

Sayın Davutoğlu, Gezi olaylarında ki hükümet tutumunun; Ortadoğu değil Modern toplumlar çıtasında olduğunu vurguluyor. Modern demokrasilerde; 19 yaşında bir çocuk dövülerek öldürülseydi içişleri bakanı; hukuki süreci bu kadar utanç verici yürütülseydi Adalet Bakanı istifa ederdi, diye düşünüyorum.

Gezi parçalanmışlığımızı su yüzüne çıkardı. Oysa kültür olarak tek bir birlik olmaya oldukça değer veririz. Uluslararası markamız bile Avrupa ile Asya’nın köprüsü olmaktır. Kıtaları birleştirirken, kendi aramızdaki derin uçurumlar için henüz köprümüzü bulamadık. Aramızdaki tartışma, güç ve iktidar mücadelesine dayanmıyor. Siyasal özgürlük taleplerine dayanmıyor. Etnik mücadele değil, demokrasi mücadelesi değil. Güncel politik tartışmaların ötesine uzanıyor.

Aramızda var olan sorun;  yüzyıllarca süren yenilenme ya da geleneğe sarılma uçurumunun derin anlaşmazlığıdır.

Önümüzdeki yakın dönem bize; Türkiye’nin Ortadoğu’ya geri mi döneceğini, kendisini yeniden düzenleyerek modern topluma mı katılacağını gösterecek.

Burada en ağır yük elinde kutsal kitabı olmayan ana muhalefete düşüyor. Toplumu bu fani dünya için daha kaliteli bir hayatın değerli olduğuna ikna etmek çabası.

Sadece kendi geleceğimiz için değil, insanlığın geleceği için de, tehlikeli kültürler çatışmasının giderilmesine katkı vermekte kararlıyız. Melez bir ulus olduğumuzu dikkate alarak, sadece yaşadığımız ulusal sınırlar içinde değil, bizi kuşatan tüm bir dünya ile ilişkilerimizi daha çok düşünecek bir dönemin çalışmasına talibiz.

Bize uygun görülen “Müslüman demokrasi” çerçevesi Gezi ile buharlaştı.

Türkiye’yi sekülerleri olmadan düşünebilir misiniz? Gözlerinizi kapatın ve bu parçanın Türkiye’den tamamen yok edildiğini hayal edin. Türkiye’yi kaybetmiş bir Avrupa kendi kıtasına hapis olur.  Modernitesi yenilmiş bir Türkiye ise, bize hapishane olur.

Bu aynı zamanda dünyada bir parçanın da yok olmasıdır. Çünkü hayatlarımız tahminlerimizin ötesinde birbirlerine bağlıdır.

Saygılarımla

Şafak Pavey

Şafak Pavey Brüksel’de bir ilkokulda sınav sorusu oldu

$
0
0

Safak Pavey Brukselde bir ilk okulda sınav sorusu

 

 

Bayan Türk Parlamenter ……..………………    (Boşluk doldurulacak)

Ankara: Türk parlamentosu, İslamcı-muhafazakâr hükümet, meclis içinde kadınların pantolon giyme yasağını kaldırdı, aynı şekilde kadın seçilmişlere de İslami başörtüsü takma özgürlüğü tanıdı.

Bu kural, 2002’de iktidara gelen AKP partisinin verdiği bir teklifle, mecliste yer alan diğer üç partinin de desteği ile ve oyların tamamıyla kabul edildi.

Yapay bir bacağı olan parlamenter Şafak Pavey,  mecliste kadın seçilmişlerin etek giyme zorunluluğunu gündeme getirip şikâyetçi olmuştu.

Madam Pavey, daha önce de bu kuralı değiştirmeye çalışmış ama başarılı olamamıştı. AKP hükümeti sonunda kıyafet özgürlüğünü kabul etmek zorunda kaldı.

19 Aralık 2013

Bu nasıl milletvekili yahu!

$
0
0
30 Ocak 2014
BizimKocaeli.com – Zeynep Akar
 
safak_pertev_1

Takip edenler hatırlayacaktır…

Geçtiğimiz pazar günü kentimizin şehir dışından misafirleri vardı.

CHP’nin iki önemli ve çok popüler ismi, Derince’deydi.

CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce ve İstanbul Milletvekili Şafak Pavey, CHP Kocaeli Milletvekili Haydar Akar’ın ricasını kırmadı;

Programlarını değiştirip, CHP’nin Derince belediye başkan adayı Hakan Savaş’ın tanıtım toplantısına katıldı.

Toplantıda yaşananları zaten basından takip etmişsinizdir.

Ben bugün size, başka bir şeyden bahsedeceğim…

Şafak Pavey’in İzmit’e geliş şeklinden.

Efendim, Muharrem İnce ve Şafak Pavey, Derince’ye geçmeden önce;

CHP Kocaeli Milletvekili Haydar Akar ve beraberindekilerle Kandıra Sapağı’ndaki Erenkaya Petrol’de buluşmuş.

Buluşmuş buluşmasına da Şafak Pavey kendisini bekleyenleri biraz şaşırtmış.

***

Herkes şöyle siyah, son model, içinde şoförüyle koruması olan bir makam aracı beklerken;

Benzinliğe oldukça eski model, Toyota marka bir araba yanaşmış.

İçinden de Şafak Pavey inmiş.

Bildiğiniz gibi Şafak Hanım, bundan yıllar önce Zürih’te geçirdiği bir tren kazasında bir bacağını ve bir kolunu kaybetmişti.

Dolayısıyla, seyahatlerinde şoför kullanma zorunluğu bulunuyor.

Peki, sizce Pavey’i gideceği yerlere kim götürüyor?

Özel şoförü mü?

Kendisine tahsis edilen bir partili mi?

Yoksa devletin verdiği resmi görevli mi?

Bilemediniz efendim…

Hiçbiri…

O, karayoluyla gideceği yerlere, işte o mütevazı arabayla annesi tarafından götürülüyor.

Şoför yok, koruma yok.

Ben bunu duyunca ilk tepkim; “Bu nasıl vekil yahu!” demek oldu.

Sonra söylediğimden kendim utandım… Zaten milletvekili dediğin böyle olurdu.

Halkın vekilinin, halktan korkup korumayla gezmesinden saçma ne olabilirdi?

Sonra durdum, kendi kendime hak verdim…

E, alışık değiliz tabii biz böyle şeylere…

Bizim valimiz her sabah işine giderken yollar kesiliyor;

Büyükşehir’de neredeyse herkes makam aracıyla dolaşıyor ya;

Şafak Hanım’ın mütevazılığı bünyeye biraz yabancı geldi galiba.

Akşama kadar yüzümde tuhaf bir gülümsemeyle dolaşmışım; arkadaşlar öyle diyor…

ENGELLİ HAKLARI ÜSTÜNE GENİŞ BİR BAKIŞ

$
0
0
30.01.2014 / Engelsiz Adalet Paneli, ANKARA
 
 
İçinde bulunduğumuz çağ;  biz engellilere değerli bir güç sağladı. Engelli hakları küresel bir çözüm platformunda anlaşılmaya, geliştirilmeye ve gözlemlenmeye başlandı. Türkiye, BM Engelli İnsan Hakları Sözleşmesi’ne 2007 yılında imza attı, 2009′da da sözleşme Bakanlar Kurulu’nda onaylandı. Sözleşmenin gerekleri bugün ne kadar uygulanıyor? Buna dair kuvvetli şüphelerimiz var.

Ancak yerel olarak önümüzde önemli bariyerlerimiz duruyor:

Bu bariyerlerin bazıları devlet bariyeri, bazıları kültürel bariyerler. Kısaca göz atmak isterim.

Maliye Bakanlığının; “Engelli haklarını kullananlar sahtekardır” algısı önümüzdeki en ciddi düşmandır. Bu durum; rapor indirimlerinden, hakların yönetmeliklerle tırpanlanmasına kadar çok çeşitli alanlarda karşımıza çıkıyor.

Engelli haklarına ilişkin sorumlulukları olan bakanlıklar ise maliyeti ağır destekleri mümkün olduğunca kısmaya, kırpmaya çalışıyorlar. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığının  engelli  eğitimine ilişkin kadroları yeterli sayıda ve kalitede  yetiştirmemesi, sağlık bakanlığının  engelli ihtiyaçlarını zorlu yönetmeliklere bağlaması gibi..

Kamu kurumları erişilebilirliği sözde bir hedef olarak koyuyor. Çünkü erişilebilirlik için gereken uzmanlığı ve altyapıyı sağlamıyor.

Uluslararası sözleşmeleri imzalamak ama sorumluluklarını yerine getirmemek bizim hükümetin geleneği. Dostlar alışverişte görsün. Oysa uluslararası sözleşmeler sizin uluslararası topluluğa ait olmanızı sağladığı gibi çok temel sorumluluklar da yüklerler. İmzaladığınız her şeyi ülkenizde gerçekleştirmeyi taahhüt etmişsinizdir.

Bunu söylediğimizde herkesin aklına önce bir türlü organize edilemeyen erişilebilirlik geliyor ama ben erişilebilirliği bile daha az önemli buluyorum.  Sözleşmeyi imzalamış olmamıza rağmen sözleşmenin en temel engelli tanımını bile ihlal ediyoruz biz. Engellilerin haklarından yararlanmaları için belirleyici olan sağlık kurulu raporlarını belirleme yönetmeliği ve uygulaması sözleşmede ki tanımla taban tabana zıttır.

Sözleşmeye göre engellilik, “Bireylerin, diğer bireyler ile birlikte eşit bir temelde topluma tam ve etkili katılmalarına olanak tanımayan tutumlar ve çevresel koşullardan etkilenmesinden kaynaklanır.” Bunu imzalamış bir ülke olarak biz, engelliliği kendisini devlet safında hisseden, talimatlandırılmış hastanelerden aldığımız rapor insafına göre tanımlıyoruz. Böyle olunca bu tanımın dışında kalan engelli zaten haklardan yasal olarak yoksun kalıyor. Ya da engelliler için vergisiz araç hakkı örneğin, hangi kolunuzun olmadığına göre veriliyor. Ben alamam sağ değil sol kolum olmadığı için mesela.

Hadi diyelim insaflı bir heyete denk düştünüz, bu kez Maliye Bakanlığı raporunuzu yeniden düşürerek gelir vergisi indirimini ve emeklilik haklarınız kısıtlar. “Deli mi bunlar, niye yapıyorlar,” diye düşünebilirsiniz. Cevabı çok basit;  Sözleşmeyi imzalayıp, modern devlet itibarına sahip olmak, ama bu sözleşmenin haklarından mümkün olduğu kadar az engelliyi yararlandırıp sinekten yağ çıkarmak.

Hükümetin bu konuda oldukça samimiyetsiz olduğuna dair bir tecrübem var: Engelli Haklarını Araştırma Komisyonu kurulması yönünde bir önerimin hiç duyulmamış olması.

Önerim duyulmadığı gibi yangından mal kaçırır gibi; benden; yani bu komisyonun sorunlarını araştırmak zorunda olduğu en yakındaki engelliden,  tamamen gizli bir şekilde insan hakları komisyonu başlığı içinde engelli hakları komisyonu kuruldu.  Çünkü ben işin içine girersem çıta evrensel seviye yükselecek ve gerçek sorumlulukla yüzleşilecekti.

Oysa sorumlulukla yüzleşmek değil, engelli konularına şefkat gösterir pozisyonda olmaktı amaç. Nitekim öyle oldu. İki yıldır engelli hakları yerlerde sürünüyor. Malum komisyon değil engelli hakları üstüne bir uzmanlık geliştirmek, tam aksine giderek perişanlaştırılan şartları bile görmezden gelmeyi seçti. Dolayısıyla da işlevsiz bir hale geldi.

Hükümet engelli sorunları araştırma komisyonunu istemez.  Çünkü engellilerle ilişkisi hak üstünden değil,  ihsan üstünden yürüyor. “bak, sana bu ay 200 lira verdim, sesini kes otur!”  ya da “Sana iş verdim, hala nankörlük ediyorsun, ben ne yapayım ortopedik engelli olarak çay taşıyamıyorsan *”  mantığı hâkim.  Ayrıca engellilere yasalarla verilen haklar, yönetmeliklerle geri alınıyor. Hayatlarını kolaylaştırmak için sağlanmış imkânlar, elde edilebilmek için kabusa dönüşüyorlar.  Bir çocuğumuz var Saffetcan, 20 yaşında ve yatağa bağımlı engelli.  Kronik olarak pad kullanması gerekiyor ama aile her hafta en az iki kez Saffetcan’ı bunu ücretsiz alacakları eczaneye taşıyıp,   gerçekten kronik engelli olduğunu göstermek zorundalar. Aksi halde padları ücretsiz alabilmeleri mümkün değil.  Hükümet hak kullanımı hileleri ile baş etmek için,  engellinin engelini her  basamakta ispatını zorunlu kılmış durumda.

Engellilerin hakları TBMM gündeminde söylem olarak yer buluyor? Tıpkı medyada da bulduğu  üzere.

Politik bir kullanım olarak, sanal bir meseleden söz etmek olarak yer buluyor. Beni en çok şaşırtan, engelli haklarının yasalaştırılması ve yasaların uygulanması TBMM nin gücü içerisinde ama dinleyince sanırsınız ki, bir başka otorite bundan mesul. Ve siz de adeta sorunları “o sanal otoriteye” hatırlatan bir STK’sınız. İronik değil mi?

STK demişken hemen oraya da kısaca göz atmak isterim.

Ülkemizde engelli sivil toplum kuruluşlarının sayısı 5000 civarında olmasına rağmen “Vatandaş/kentli” ortak paydasında ve herkes için erişilebilir koşullarda çalışan kurumlar yok kadar az.

Gerçekten büyük imkânsızlıklarla çabalayanları tenzih ederim ancak kimi engelli sivil toplum kuruluşları  üyelerinin aidatlarından değil hükümetin uygun gördüğü bütçelerden sağlamaktadır. Bu da onları ihtiyaç guruplarının haklarına değil; siyasi iktidara bağımlı kılıyor.

Ve bu yaklaşım o kadar güçlü ki; engellilerin toplumsal hayata katılımı devlete yük getirecek diye küçük ve çok zor koşullara bağlı para yardımları ile eve kapanmaları teşvik ediliyor. İtiraz eden olursa o küçük yardımı da kaybediyor.

Onları sokağa çıkaracak çalışma alanları tıkanmış durumda: 4857 ve 657 sayılı yasalarda belirtilen engelli istihdam kotaları doldurulmamış durumda ve doldurulmadığı için bir takibat ta yok. Hükümet engelliler konusunda durumun nasıl vahim olduğunu bildiği için bu konudaki rakamlar hakkında asla şeffaf davranmıyor.  Dolayısı ile bizler aysbergin altını, resmi açıklamalardan değil, bize her gün başvuran yüzlerce engellinin perişan profilinden görüyoruz.

Kültür olarak; engellilerle birlikte iş hayatında olmaya bir şekilde direndiğimize inanıyorum. Siyasi olarak da bu kadroların ihtiyaçlara göre değil, parça parça zaman hesaplanarak ulufe olarak dağıtıldığını düşünüyorum.

Daha tuhaf bir durum var.  Engelli istihdamı konusunda örnek olması gereken kamu kurumları engelli kotalarını doldurmak yerine ceza ödemeyi tercih ediyorlar.

Milletvekili olmadan önce biri bana ülkenin çok önemli bir siyasi konusu olarak kendi bacağımla ilgili 3 kez basın toplantısı düzenleyeceğimi ve yüzden fazla medya kuruluşuna demeç vereceğimi söyleseydi, Aziz Nesin öykülerinden çalınmış bir mizah olduğunu düşünürdüm. Ama ben bunu yaptım hem de büyük ciddiyetle..

İlginç olan kolumda protez ama her nedense bu siyasi olarak ilgi çekmiyor. Çünkü sanırım bir bacağın mekanik olarak görünmesi,   önyargıları hayli zorluyor.  Ve bana sürekli olarak pantolon giymem telkin edildi.  Estetik kaygıların ne kadar muhafazakâr olduğunun da bir yansıması sanırım.   Politik olarak bana öfkelenildiğinde en çok karşılaştığım hakaret, “ Allah’ın verdiği bu cezaya rağmen hala ıslah olmamış olmam”  politik bir karşılık olarak kullanılıyor.   Milletvekili olmadan önce oldukça mütevazıydim. Bacağımla barışık yaşamamın pekte önemli bir cesaret olduğunu düşünmemiştim. Ama şimdilerde üstüme bir kibir geldi. Meğer nasıl katı bir kuşatmaya karşı direnmişim.  Basbayağı önyargıları sallamışım)

Engellilerin yaşam koşullarının düzeltilmesi için ilk etapta el atılması gereken alanlar ne yazık ki üstten bakılarak tekrarlanıyor.

Oysa, herkesin unuttuğu bir şey var. Engelli hayatı çok pahalıdır. Kamu araçlarını kullanmak neredeyse imkânsızdır. Eğitim için araç gereçler çok özel olduğu için zor bulunur ve maliyeti yüksektir.  Engelli hayatını kolaylaştıran araç gereç ya da ilaçlara maddi olarak da fiziki olarak da erişmek oldukça zorludur.  Başkalarının kolayca yaptığı sıradan işler için siz ağır emekle beraber, oldukça yüksek ücret ödersiniz.  Engelliler için sunulan buluşları, imkânları ve hakları öğrenmeniz çok çetrefillidir. Her zaman kendinizin topluma bir yük olduğunu düşünürsünüz.  Siz düşünmeseniz toplum size hatırlatır.  Sosyal devlet kültürünün olmadığı toplumlarda önce para gerekir.. Maddi imkânlar, bu zorlukları aşmanın ilk basamağıdır.  Ardından sosyal devletlerin sorumluluklarını yerine getirme ahlakı önem kazanır. Engelli eğitimi ve bu eğitime ulaşım sihirli bir kapı gibidir.  Sağlık imkânlarının zahmetsizce sunulması bu zor hayatı kolaylaştıran bir başka unsurdur.

Ayrıca engellilik kategorize edilemez. Sözünü ettiğimiz her parçası bambaşka işlev gören insan vücudu. Her engellinin yoksunluk oranı farklı olduğu için ihtiyaçları da farklıdır. Bu nedenle engelli hakları standart tanımlarla sunulamaz. Tanıma uymadığı zaman, tıpkı şimdi kurnazca yürütüldüğü gibi hakkı vermezsin.  Ama hakkı alamayan hala engellidir.

Sosyal Devletin, sosyal güvenliğin karnesi; engellinin hayat standardı üstünden verilir.

Başkasına ait bir hakkı kullanıyorsak o hakkın gerçek sahibi kullanamıyordur. Temel ilke bu. Hak sahibi hakkını kolayca öğrenemiyorsa, sadece kağıt üstündeki haklardan söz edilir.

Engelli bireyin önünde duran imkansızlıklar onun hayat kalitesini yükseltme isteğini yok ediyor. Zorluklar aile ile birlikte yaşanıyor.

Toplumdaki önyargıların kırılması konusunda ki çalışmalar bazen beni üzüyor. Çünkü engelli farkındalığı yaratma projeleri enflasyona uğramış gibi geliyor. Gerçekten bu projelerin bizi bir salgın gibi kuşatıp kuşatmadığından emin olamıyorum. Elbette son derece iyi niyetle yapılıyor ama beklenen sonuç alınıyor mu kaygılarım var. Oysa daha ilkokul dönemlerinde diğer çocuklar engelli çocuklarla kaynaştırılsa, birlikte okumayı öğrenseler birbirlerini tanısalar, engelliliğin hayatın bir parçası olduğunu öğrenirler.  Önyargılar, projelerle kırılmaz. Engelliye hayatın her alanında doğal olarak yer verdiğinizde kırılır.  Bu yeri vermemekte direnirseniz, etkileyici projeleri yaptığınızla kalırsınız.  Engellilik insanlık var olduğundan bu yana parçamız olan bir gerçekliktir. İnsanlık;  ayrıştırma ya da göz önünden çekmenin değil, kaynaştırmanın insan hakkı olduğunu uzun bir süreç sonunda öğrendi.

Beni, engelli filmleri projeleri, engelli otobüsü, engelli kahvaltı toplantıları gibi ayrıştırıcı bakış üzüyor. Oysa doğal olan bir filmde engellinin de hayatın bir parçası olarak yer almasını sağlamak, bir otobüse engelinin de bineceği erişimi sağlamak, bir kahvaltıya engellinin katılmasını enteresan bir olay saymamaktır gibi düşünüyorum.

Aslında çözüm çok basit; Temel hak ve özgürlüklere herkes gibi ve kadar engellilerin de ( kolayca) ulaşmasını sağlarsanız sorunu temelden kaldırmış olursunuz.

Tekrar hatırlatmak isterim ki; ülkemiz yaşlılar, hamileler, çocuklar, hastalar için hazır olduğunda, engellilere de hazır olacaktır. Bir imtiyaz olarak değil;  hayatın doğal bir parçası olarak.

Şafak Pavey

Hərbi diktatorluq siyasi düşüncəmizə, dini diktatorluq həyatımızə nəzarət edər

$
0
0

Home

Dərc olunub – Müəllif İzolda Ağayeva

images_cms-image-000001551

Şafak Pavey türkiyəli jurnalist, “Dünyanın ən cəsarətli qadın jurnalisti” seçilən Ayşe Unalın qızıdır. Uşaqlıqdan teatra, sənətə, rəqsə böyük həvəs göstərən Pavey çox gənc yaşında bir ingilislə ailə qurub, ərinin işləri ilə əlaqədar İsveçrəyə köçür. Orada kino təhsili alan Paveyin həyatının dönüş nöqtəsi də elə İsveçrədə olur. Bir gün ərinin dostunu yola salmaq üçün qatar stansiyasına gedirlər və bu sırada qəza baş verir. 19 yaşlı Şafak bədəninin yarısını qatarın altında itirir. Ş.Pavey məlum qəzadan az sonra onu tərk edən sevimli həyat yoldaşını belə xatırlayır: “Ərimlə anlaşaraq ayrıldıq. O vaxt onun mənim qədər güclü olmamasına məyus olmuşdum. Amma ona heç vaxt nifrət etməmişəm”. Yaşadığı qəza Sürix Universitet Xəstəxanasında dissertasiya mövzusu olan Şafak Pavey hadisədən cəmi bir il sonra protez qolunu və ayağını taxıb, təhsil almaq üçün xəstəxanadan qaçır. O, özünü insan haqlarına həsr etmək qərarına gəlir. Londanda beynəlxalq münasibətlər üzrə bakalavr və magistr təhsili aldıqdan sonra imtahan verib, Birləşmiş Millətlər Təşkilatının Qaçqınlar üzrə Ali Komissarlığında işə düzəlir. Beləcə, əngəllilər, azlıqlar, uşaqlar, şiddətə məruz qalan qadınlar, qaçqınlar, işgəncəyə məruz qalanlar və hüquqları tapdanan zərərçəkənlər onun mücadilə sahəsinə çevrilir. Könüllü olaraq, dünyanın ən qaynar nöqtələrində, Livan, Əfqanıstan, Misir, Əlcəzair, Yəmən, İraq, İran, Haiti kimi bölgələrdə xidmət edir. BMT-də bir neçə önəmli vəzifələrə sahib olur. Dünyanın bir çox ölkələrində işlədikdən sonra, nəhayət, oturaq işə başlayır, BMT-nin Əngəlli İnsan Haqları üzrə katib təyin edilir. Lakin çox keçmədən, 2011-ci il Türkiyənin Cümhuriyyət Halk Partisi (CHP) tərəfindən siyasətə dəvət alır. Bəlkə də çoxlarının onun yerində olmaq istədiyi halda, BMT-dəki vəzifəsindən istefa verib, 15 ildir qoyub, getdiyi vətəninə qayıdır. 2011-ci ildən CHP-dən millət vəkilidir. Hazırda həm də CHP başqanı Kamal Kılıçdaroğlunun əsas yardımçısı vəzifəsində çalışır. Ş.Pavey təmsil etdiyi partiyanın sədrini belə xarakterizə edir : “İlk dəfə mitinqdə bir araya gəldik. Görüşmək üçün sol qolumu, yəni protez qolumu tutmaq istədiyində, özümə “bəli, doğru yerdəyəm” dedim”. Şafak Paveylə yaşadıqlarından, incəsənət sevgisindən, Türkiyə gündəmindən, CHP-dən danışdıq.

get_img

- Ölkənizdə sizi adət olunmuş millət vəkili anlayışını dağıtmış biri kimi tanıdırlar. Sizcə, bu, nə ilə bağlıdır?

Doğrusu, nəyi isə dağıtmaq üçün yola çıxmamışdım. Özüm necə yaşayıramsa, millət vəkili olmağı da eyni həyat tərzinin içinə yerləşdirdim. Vəkil olmaq məni deyil, mən vəkil olmağı təyin etdim desəm?! İnsanın yıxıldığı yerdən başlamağı fövqəladə güclü bir şeydir. Çünki təkrar yıxılanda, onu necə bir yer gözlədiyini və bunun öhdəsindən necə gələcəyini bilir. Bu da onu heç yıxılmamışlardan bir addım öndə edir. O zaman başqalarından daha artıq bir şey bilmiş olursunuz. Türkiyədə çox böhranlı bir dövrdə olduğumuzu düşünürəm. Artıq altı boş bir millət vəkilliyinə inanıb, tovuzquşu ədasıyla ortalıqda gəzməyin cəmiyyətə bir faydası yoxdur. Özünüz kimi insanlar üçün, özünüzün də daxil olduğu haqları qorumaq və müdafiə etmək üçün son dayanacaqdasınız. Bunun bir həyatda qalmaq, ya da yox olmaq nöqtəsinə çatdığını bilirsinizsə, köhnə qəliblərə sığışmağınızın təmamilə gülünc bir səfəhlik olacağını bilməlisiniz.

- Həyatınıza baxınca, sizi bir az Frida Kahloya bənzətmək olar. Keçmişdə başınıza gələnlərlə bağlı təkrar-təkrar sizə verilən sualları soruşub, bəlkə də bununla sizi incitmək istəməzdim. Amma yaşadıqlarınız heç də asan bir şey deyil idi. Bu qədər güclü olmağı necə bacardınız?

Zənn edirəm, instinktlərim və səbrimin sintezindən ibarət bir duyğu güc verir mənə. Düşünürəm ki, yaşadıqlarımın içindən keçərkən bunların qeyri -adi bir şey olduğunun fərqində olmamışam. Çox sonralar çevrəmdən möhtəşəm təqdirlər alınca, “Doğrudan mı, önəmli bir şey etmişəm?” deyə, özümə sual verdim. Və daha sonralar bənzər sıxıntılardan keçən insanlar təcrübəmlə maraqlananda, özüm də bir mübarizdən keçmiş olduğumun fərqinə vardım. Çünki hər birimizin təbiəti tərifsiz zəyifliklərlə yüklənib. Hər an təslim olmaq mümkündür. Amma elə bilməyin ki, düz bir xətlə yerimişəm. Hər birimiz kimi, yıxılıb, qalxmışam. Hətta, deyə bilərik ki, bir ayağım protez olduğu üçün hamımızdan daha artıq yıxılıb, qalxmışam. Bu qəza mənə həyatda önəmli və önəmsiz olanları ayırd etməyi öyrətdi. Qəzalar və ya fəlakətlər keçib gedəndən sonra, insanın özünü yanlış yerdə tapmağı hər zaman mümkündür. Yanlış bir yerə düşməmək üçün mənim sualım belə oldu: “İnsanların böyük əksəriyyəti həyatın müxtəlif çətinlikləri ilə üzləşəndə, nə edirlər?” Dözümlülüklərini qoruyurlar. Cavab hamımız üçün son dərəcə aydın idi. Amma həqiqətdə belə olmadığını da hamımız bilirdik. Dözümü haradan əldə edəcəyimə dair heç bir cavabım yox idi. Açığını desəm, onu harada axtaracağıma dair də bir fikrim yox idi. Qəlbimin və ya beynimin kimyasında mı, yoxsa, genetikamda mı? Yolu nə olursa, olsun, insanın çətinliklərə qarşı müqavimət göstərmək gücünü artıracaq bir yol tapmaq fikri uğrunda mübarizə aparmağa dəyər bir şeydir. Sadəcə ölümün kandarından dönmüş biri olaraq, bizə hədiyyə edilən həyatın çox dəyərli olduğunu və yerli-yersiz pessimistliklərlə məhv olmağa haqqımız olmadığına inanıram. Bəlkə bu, məni nikbin və ümidli edir.

- 17 Dekabr hadisələrindən sonra Türkiyədə zəncirvari şəkildə bir neçə olay baş verdi. Sonuncu belə hadisələrdən biri də internetdə AKP hökümətinin mediaya təzyiq etdiyini iddia edən səs yazılarının yayılması oldu. Siz necə şərh edərdiniz, bu gün Türkiyədə nələr baş verir?

Hər kəs Türkiyədə rejimin böyük bir xalq dəstəyi ilə dəyişdiyinə inanır. Mən isə rejimin sadəcə İslami siyasətçilərin Tanrı naminə davrandıqlarına xalqı inandırmaqları ilə deyil, nəhəng bir qara təbliğat paketi ilə də dəyişdiyinə inanıram. Kimlər isə buna hərbi qəyyumluğun aradan qaldırılması deyə bilər. Ortalıqda gəzən təbliğat sözlərinin heç bir mənası yoxdur. Həqiqət sadəcə kazarmaların siyasi olaraq neytrallaşdırılması deyil, bütün cəmiyyətin məscidlər tərəfindən təslim alınmasıdır. Bu təslim alma əməliyyatı ərzində saxta dəlil yaratmaqdan, hüququ yox etməkdən, xəbər almaq haqqını tamamilə manipulyasiya etməyə qədər, hər sahədə Camaatla şərik işləyibilər. İndi isə hökumətin öz yaratdığı divə ehtiyacı qalmayıb. Gördüyümüz bütün toqquşma budur. Hərbi diktatorluq siyasi düşüncəmizə, dini diktatorluq bütün həyatımızə nəzarət edər. İndi yaşadığımız budur. Sadəcə jurnalistin düşüncəsinə deyil, televiziyanın xəbər lentində nə keçdiyinə belə, nəzarət edən bir rejimdə yaşayırıq. Baş nazir səmimiyyətlə İslam cəmiyyətlərinin belə idarə edilməsinin lazım olduğuna inanır. Lakin dünya bu idarəetməni anlamayacağı üçün, xəyali düşmənləri irəli sürür.

- Bir müddət öncə “Zaman” qəzetinin jurnalisti Mahir Zeynalovun Türkiyədən çıxarıldığını eşitdik. Bu haqda nə deyə bilərsiniz?

Məncə, Zeynalova yad biri kimi deyil, yaxın qohum kimi davrandılar. (gülür.red) Yəni, hökümət bizim jurnalistlərə nə edirsə, ona da ayrıseçkilik qoymadan, eyni şeyi etdilər. Hökümət özünə qarşı olanlar arasında ayrıseçkilik qoymur. ABŞ səfirini də vəzifəsindən azad edib, ölkədən çıxarmaq istədi, amma edə bilmədi.

- Siz həm də CHP-nin başqan yardımçısısınız. Qarşıdan 30 Mart- Türkiyədə Yerli Özünü İdarəetmə Orqanlarına (TYÖİO) seçkilər gələr . CHP bu seçkilərə necə hazırlaşır?

İnsanlar bu seçkilərlərin rejimin son imtahanı olacağını düşünürlər. Mən hər kəsin düşündüyündən fərqli düşünürəm. Məncə, bu seçki sonuncu sekulyarların özlərini nə qədər qoruya biləcəklərini göstərən bir seçki olacaq. Lakin digər tərəfdən bu, Adalet ve Kalkınma Partiyasının (AKP)-nın öz içində də bir imtahandır. Biz bu seçkilərə yolsuzluq, “krışalıq”, ifadə azadlığı, toplaşma azadlığı, sərbəst həyat tərzi kimi mövzularda təməl dünyəvi hüquqları xatırladaraq hazırlaşırıq. Yəni, bir TYÖİO seçkidən daha çox, bir əsas seçki kimi.

- Bəzən Türkiyədə CHP-ni özünü ifadə edə bilməməkdə günahlandırırlar. Maraqlıdır, ümumiyyətlə, bu gün ölkənizdə bir müxalifət partiyasının, dəqiq desək, CHP-nin özünü ifadəsi üçün bərabər imkanlar varmı?

Qanunlar üzərində işləyə bilmək üçün əlimiz-qolumuz bağlıdır. 2011-dən bəri, toplumun içində olan sıxıntıları, vəziyyətin pərişanlığını əks etdirən hesabatları, vəziyyətin düzəlməsini hədəfləyən sorğu və təkliflərimizi veririk. Nəticə isə sıfırdır. İktidar müxalifətin ən insancıl xahişini belə, yerinə yetirmir. Biz bu mövzuda israr etdikcə, onlar da eşitməməyə davam edirlər. Təəssüf ki, məclisdəki səsvermə bölgüsü əl-qolumuzu bağlayır. Amma bir müxalifət partiyası əgər səs yetərsizliyinə görə məclisdə yox sayılırsa, mediya aləmində səsi eşidilməlidir. Bu da mümkün deyil. Sadəcə nümunə üçün demək istəyirəm. Keçen il İzmirin “Expo yarışı” üçün Parisdə bir təqdimatda çıxış etmişdim. Çıxışım çox bəyənilmişdi. Amma bu, Türkiyədə heç mövzu olmadı. Mən də üzərində dayanmadım. Üstündən Aylar keçəndən sonra AKP-dən ayrılan yüksək rütbəli bir məmur mənə o çıxışla bağlı bütün mediya quruluşları ilə əlaqə saxlanılaraq, xəbər hazırlanmaması təlimatının verildiyini dedi. Çox təəccübləndim, çünki o çıxış AKP-yə qarşı deyil, tam əksinə birlikdə İzmir adına bir beynəlxalq mesaj idi. Amma müxalifət millət vəkilinin bəsit bir bəyənmə almasına dözə bilməmişdilər. Fikrimcə, bu nümunə ictimai qaynaqların, ictimai qurumların, təhlükəsizliyin, məhkəmənin, mediyanın istifadə edilməsi gücü ilə bağlı olaraq, aramızdakı uçurumu göstərməyə yetərlidir.

- Bəs, sizin, yəni, CHP-nin Türkiyə üçün idarəetmə modeliniz necədir? İqtidara gəldiyiniz halda proqramınız necə olacaq?

Mənim ən çılğın arzum beton ehtirasından, göydələn alış-veriş mərkəzlərindən, bina mənfəətindən imtina edib, geniş torpaqlarını başdan- başa əkinçiliyə və yenidən yaşıllandırmağa, təbiətini qorumağa həsr etmiş, öz toplumu ilə birlikdə, dünyanın bir neçə ölkəsini də doyura bilən bir Türkiyə arzusudur. Bunun üçün dünyada müxtəlif modelləri izləyirəm. Məsələn, Cənubi Koreyanın gəldiyi nöqtə məni olduqca, həyacanlandırır. Türkiyə və Koreya inkişafa demək olar ki, eyni dövrdə başlayıblar. O dövrdən bu günə qədər 60 il keçib. İki ölkənin formalaşma sürətləri fərqliliklərlə irəlilədi. Başlanğıcda Türkiyədən üç qat daha yoxsul və ağır bir vətəndaş müharibəsindən yeni çıxmış olan Cənubi Koreya bu gün dünyanın sayılan ölkələrindəndir. Halbuki, həmin Koreya düz dört dəfə dövlət çevrilişləri ilə sarsılmışdı. Bir çox insan həyatını itirmiş, illərini həbsxanalarada məhv etmişdi. Bizdə dövlətin bölünməsi fobiyası var. Halbuki, koreyalılar nəticəsi çox ağır olmaqla lap əvvəldən bölünmüşdülər. Bütün bu acılardan keçmiş Koreya bu gün liberal bir ölkə olaraq, elm və sənaye nəhəngi olmaq yolunda sürətlə irəliləyir. 1954-cü ildə Koreyada adambaşına düşən milli gəlir 75, Türkiyədə isə 245 dollar idi. 2010-cu ildə isə Koreyada adambaşına düşən gəlir 20 min, Türkiyədə isə 9 min dollardır. Koreya dünyanın ixtira gücünə görə 11-ci, araşdırmalara ən yüksək pay ayırmasına görə 10-cu ölkəsidir. Koreyada adambaşına ARGE ( Elmi-Tədqiqat) 214, Türkiyədə isə 17, 5 dollardır. Aramızdakı bu fərq hansı fərqli siyasətlərin nəticəsində yarandı? Bölünmüş şimal hissəsi yoxsulluq içində yaşadığı halda, cənub bu rifah səviyyəsini hansı siyasətlə əldə etdi? İnsanlıq sərbəst elmdən ictimai problemlər üçün köklü ixtiralar, yeni fikirlər gözləyir. Dünyanın hər hansı bir yerində əldə edilmiş haqlar, azadlıqlar və ixtiralar dünyanın hər yerində ola bilməlidir. Hədəfimiz həmişə ən yaxşı nümunələri götürməkdir. Mən qarşımıza bir maneə çıxanda, umitsizliyə qapılmamağı öyrəndim. Maneənin çevrəsində fıralnıb, yeni bir yol tapmaq həmişə mümkündür. Mən romantik bir sekulyaram və dünya dövlətində, beynəlxalq çevrədə işləmişəm. Müxtəlif sahələrdəki insan hüquqlarına və uzun müddətli sülhə dair qlobal siyasət müəyyən etmişik. Dolayısıyla, indi tək dərdim bu təcrübəmi Türkiyənin, bizim torpaqlarımızın da işinə yaraması üçün vətənimə gətirməkdir. İstəyirəm ki, biz getdikdən sonra da bizdən sonrakı nəsillərin getdikcə qaynaqları azalan və əhalisi artan bu dünyada insan kimi yaşaya bilməklərini təmin etmək üçün gözəl, təmiz bir sistem qurmaqda mənim də bir xidmətim olsun. Bütün bunların CHP-də bir anlam tapacağına inanıram. Uzun müddətdir başıaşağı duran sosial demokratiya dəyərlərinin bu kimi xidmətlərlə düzəlib, həqiqi yerinə oturacağına inanıram. Qatıldığım partiya ilə bölüşdüyüm gələcək arzusu budur.

- Azərbaycandakı hadisələri izləmək imkanınız olur mu?

Əslində, Azərbaycanı bir mütəxəssislik sahəsi kimi izlədiyimi deməyim doğru olmazdı. Amma qəribə bir duyğusal və mədəni bağla harada Azərbaycan xəbəri görsəm, oxuyuram. Bu, bir az əmi uşaqlarından xəbər almaq kimi bir hissdir. 2013-cü ilin iyununda Çinə getmişdim. Kiçik mədəni sıxıntılarda sığındığımız yer Azərbaycan heyəti oldu. O vaxt da aramızda “ nə vaxt başınıza bir iş gəlir, bizə tərəf gəlirsiniz” deyə, bir zarafat mövzusu da oldu. Əmi uşaqları ilə tez-tez görüşmürük, amma görüşəndə də, yüz ildir birlikdə imiş kimi bir hiss var sanki. Bunu çox sevirəm.

- Azərbaycan Sülh və Demokratiya İnstitutu Azərbaycandakı siyasi məhbusalrın siayhısını açıqladı. 134 nəfər. Prezident İlham Əliyev isə deyir ki, Azərbaycanda siyasi məhbus yoxdur. Siz nə deyə bilərsiniz?

Son illərdə sizdə də jurnalistlərin, müxalif aktivistlərin və bloggerlərin mövqelərinə uyğun olmayan xuliqanlıq, narkotik və ya silahdaşıma kimi nüfuzdansalıcı cinayət maddələri ilə həbs olunduqlarını oxuyuram. Bu, məni çox məyus edir. Çünki şərq toplumları nə vaxt bir az inkişaf cəhdi göstərsə, siyasi korlanma və dözümsüzlük bir yerdən partlayır. Mütləq pis bir ənənə yenidən baş qaldırır və insan haqları mövzusundakı inkişafı silib, süpürür.

- Siz uzun müddət BMT-də işləmisiniz. Ümumiyyətlə, bu tip məsələlərdə kimin doğru, kimin yanlış olduğu necə müəyyənləşdirilir?

BMT-də insani yardım xidmətçisi və vəkil olaraq işləmişəm. Nə qədər çətin olsa da, orada diqqət edilən ən önəmli prinsip mümkün olan səviyyədə tərəfsizlikdir. BMT işçilərinin münaqişə tərəflərinin təbliğatlarının arasından sağ və manipulyasiya edilmədən çıxmaqları üçün bərabər məsafədə siyasət yürütmələri və yerinə yetirmələri gərəklidir. Biz bitərəfliyimizi itirməmək üçün bu mövzuda özəl tədris alırıq. Amma böyük rəsimdən baxanda, BMT siyasətinin ən güclü və ən bacarıqlı diplomatiya mütəxəssisləri tərəfindən təsirləndiyini də diqqətə almaq lazımdır.

- Dünyanın ən qaynar müharibə bölgələrində çalışmısınız. Nəyə görə məhz, İran haqqında kitab yazmaq qərarına gəldiniz və yenidən kitab yazmaq haqda düşünürsünüzmü?

İran ən sevdiyim ölkələrin başında gəlir və kitab o möhtəşəm tarixə heç yaraşmayan bir quruluş içərisində olmaqlarına fərdi etirazımı anlatmaq üçün gülümsəyərək yazdığım bir kitab idi. Bugünkü həyatları böyük Fars mirasına yetərincə yad görünür. Məncə, elə bu fikirlə də, “dəcəl və inadcıl” tərəfimə məğlub olub, İranda iki il, səkkiz ay, yeddi gün qaldım. Hətta, bunu “Çöllərdə, sərhəd və müharibə ərazilərində, üstəlik minalı bölgələrdə bir qol, bir ayaqla ora-bura nəyə qaçırsan? İkinci tərəfini də itirmək istəyirsən?” deyə, mızıldanan ikinci səsimə də qulaq tıxayaraq etdim. Məni macəradan-macəraya da daşıyan bu olub. Yoxsa, hər kəs kimi, kifayət qədər normal bir yaşayış üçün darıxan, “penjama və şap-şapla” televizya izləmək istəyən bir tərəfim də var. Və bəli, bacara bilsəm, TBMM-dəki günlüklərimi yazmaq istəyirəm. -Kitabda İranda nə qədər çətin günlər yaşadığınızı yazırsınız. Lakin orada yaddaqalan məqamlardan biri də İrandan BMT işçilərinin oplimpiyadasına qatılmağınız, üstəlik üzgüçülük üzrə birincilik alıb, qızıl medal qazanmağınızdır. Bu haqda nə deyə bilərsiniz? Birinci olduğumu öyrənəndə, əvvəlcə elə bildim yanlış eşitmişəm. Əmin olanda, dostlarıma şıltaqlıq edə bilmək haqqı qazandığımı düşündüm. Mən çox medallar, diplomlar almışam, amma nədən isə bu birinciliyin yeri mənim üçün çox ayrıdır.

- Sizcə, nəyə görə Şərq ölkələrində hansısa problemlər yarananda, bu problemlərin qaynağı kimi həmişə qərbi günahlandırırlar?

Bu suala 2009-cu ildə Obamanın demiş olduğu sözlərlə cavab vermək istəyirəm. “Dünyanın hər yerində nifaq toxumları əkməyə səy göstərən və öz torpaqlarındakı problemlər üçün qərbi günahlandıran liderlərə səslənirəm. Bilin ki, öz xalqınız sizi nələri yox etdiyinizə görə deyil, nələri inşa edə biləcəyinizə baxaraq mühakimə edəcək. Saxakarlıq, aldatma və müxalifəti susturma yolu ilə iqtidara yapışıb qalanlara səslənirəm. Bilin ki, tarixin yanlış tərəfində durursunuz”. Bu fikirlərdə də vurğulandığı kimi, bacarıqsız, saxta və müstəbid iqtidarlar daima xalqın vəziyyətini pərişan etdikdən sonra öz günahlarını kospirasiya nəzəriyyələri ilə təmizləyirlər. Bu, çox istifadə edilən, çox işə yarayan və çox qədim bir ənənədir.

- Sizin həm də caz oxuduğunuzu, rəsm çəkdiyinizi bilirik. Sənət aləmində ən çox kimlərdən və nələrdən zövq alırsınız?

Kitab oxumağı çox sevirəm. Çox klassik bir cavab oldu, amma mən bir kitabı yavaş-yavaş, əvvəlki bölümlərinə yenidən dönərək oxumağı sevirəm. Yəni, bir növ bir ritual kimi. Mən siyasətdə qərbli, sənətdə şərqliyəm. Sizdən Əzizə Mustafazadənin məlahətli səsini dinləməkdən doya bilmirəm. Ən sevdiyim aşıq Aşıq Veysəldir, amma mən bu günə qədər “Uzun incə bir yoldayam” mahnısını Əzizə Mustafazadədən daha yaxşı duyaraq, ifa edənə rast gəlməmişəm. Gündə ən az bir dəfə onun bir mahnısını dinləyirəm. Uzaq Asiyanın rəsm anlayışına heyranam. İstəyərdim ki, evimdə məsələn, Huang Chou’nun bir rəsmi olsun. Sədinin gülləri, Ömər Xəyyamın rübailərini kim unuda bilər ki? Daha nə söyləyə bilərəm ki.

- 2012-ci ildə Mişel Obama və Hilari Klintondan “dünyanın ən cəsarətli qadını” mükafatını alan 10 qadından biri də siz oldunuz. Dünyanın ən cəsarətli qadınlarından biri olmaq necə bir hissdir?

Əslində, həqiqətən cəsarətli olduğumu demək olmaz. Qorxduğum bir neçə sahə var, amma hesab edirəm, başqaları üçün daha çətin olan bölgələrə girdiyim üçün cəsarətli qəbul edilirəm. Bunun çox dəyərli və məsuliyyətinin daha böyük olduğunu düşünürəm. Dolayısıyla, bu mükafat işlərimdə, əxlaqı duruşumda və tədqiq etdiyim bütün insan haqları məsələlərində həm cəsarət, həm də daha böyük məsuliyyətlə yoluma davam etməyimi təmin edəcək. Səhv etmək, dünyəvi təxribatlara təslim olmaq haqqım yoxdur. Bu mükafatı seçdiyim yolun yol işarəsi olaraq anlayıram.

- Oxşar cəmiyyətdə yaşadığımız üçün Azərbaycan və Türkiyə vətəndaşlarının küçədə gördükləri, ümumiyyətlə, istənilən yerdə gördükləri əngəllilərə göstərdikləri münasibətin eyni olduğunu demək mümkündür. Siz həm də bir əngəlli, amma bu əngəlli çoxdan geridə qoymuş biri olaraq, əngəlli insanlara və onların yaxınlarına, əngəlli uşaqlarını evdə gizlədən valideynlərə nə deyə bilərsiniz?

Məncə, cəmiyyətin ortaq kiçiklik komplekslərindən ötrü gözələ, zənginə və güclüyə pərəstiş xəstəliyinin bir əksi də əngəllilərə görə bu qədər utanc, mərhəmət və gizlilik duyğusu hiss etməkdir. Halbuki, ən bacarıqsız, ya da ən bihudə insanın da digərləri ilə bərabər həyat haqqı olduğu qədər, həyata qatacağı bir şey vardır. Önəmli olan o müdafiəsizləri özlərini qoruya biləcəkləri istedadlarla təmin etməkdir. O zaman onlar özləri ayağa qalxa bilərlər. Dünya bunun parlaq modelləri ilə doludur. Məsələn, məncə, buna ən yaxşı bir nümunə əngəlli ingilis pilot Douglas Bader ola bilər.

- Sizə görə, uğurlu insan olmağın sirri nədir?

Elm insan mənliklərinin bir əyri üzərində formalaşdığını deyir. Bir ucda çox həssas vəziyyətdə olanlar(çox alçaq səviyyədə stress qarşısında, hətta, heç bir stress olmayanda belə, ruh sağlığı pozulanlar), digər ucda isə bizim deyimimizlə, fələyin silləsini yemiş, müxtəlif neqativ təcrübələr yaşamış, ancaq yenə də nikbin və pozitiv bir baxışı qoruya bilənlər var. Psixiatrlara görə, insan orta hesabla hadisələri bu iki “ucun” ortasında seyr edir. Bu ortalamanın nikbin yanında qalıb, yaxşı bir hədəf qoymaq, mənə ən doğru seçim kimi görünür. Çünki hədəf qoysanız, çata bilməsəniz belə, mütləq ona yaxınlaşacaqsınız.

- Səmimi söhbətiniz görə, təşəkkür edirəm.

Mən sizə çox- çox təşəkkür edirəm!

Kadın Platformu’ndan Pavey ile Korkmaz’a Ödül

$
0
0
11.03.2014
Bizim Gazete – İstanbul
 
BIZIM_GAZETE_20140311_3

Eskişehir Kadın Platformu, ‘Refet Angın Ödülü’nü CHP Genel Başkan Yardımcısı İstanbul Milletvekili Şafak Pavey ile 2 Haziran’daki Gezi Parkı protestoları sırasında uğradığı saldırı sonucu 38 gün komada kaldıktan sonra yaşamını yitiren 19 yaşındaki üniversite öğrencisi Ali İsmail Korkmaz’ın annesi Emel Korkmaz’a verdi.

Eskişehir Kadın Platformu Dönem Başkanı Bilge Bilgin, “Bu yıI ki ödülümüzden birisini milletvekili Şafak Pavey diğerini ise oğlunu Gezi olaylarında acı bir şekilde kaybeden Emel Korkmaz’a verdik. Ali İsmail Korkmaz’ın annesinin acısına ortağız. Bu olay Eskişehir’in belleğine ve yüreğine kazınmıştır” dedi

Hiyləgər Siyasət

$
0
0
MART 18, 2014
Reschadbabali Blog
 

İranda humanitar missiya ilə 2 il yarımını keçirmiş türkiyəli Şafak Paveyin bunla bağlı kitabını (Nereye gitsem gökyüzü benimdi) oxuyuram. Müəllif İranda olduğu müddətdə apardığı müşahidələri qələmə alıb. Əslində yazdıqlarında mənim üçün elə də bir yenilik yoxuydu. İnsanların həyatlarının bütün sahələrinə müdaxilə edən bir dövlət və o dövlətin qaynaqlandığı sistem olan din. Üstəgəl bütün bu sistemin əzdiyi qadın. Bu barədə zatən cənub qonşumuz barədə kifayət qədər məlumatlıyıq. Şafak xanımın xatirələrini oxuduqca bir daha əmin oldum kidin siyasətə, ictimai həyata nə qədər nüfuz edirsə bir o qədər azadlıqları məhdudlaşdırır. Özəlliklə qadınların. 1979-cu ildə kişilərlə çiyin çiyinə şahı devirən İran qadınları inqilabdan bəhrələnmək əvəzinə xəyanət gördülər. Şahın yerinə keçən digər müstəbitlər, mollalar qadınların əlində qalan azacıq hüquqları da nəyi var məhdudlaşdırdılar.

376171

İranda hər seçki qabağı siyasilərin islahat vədləri qadın üzərindən olsa da yerinə yetirmədilər. Daha doğrusu istəsələr belə edə bilmirlər. Çünki onların qadın haqqlarına yönəlik açıqlamaları mollaların qəzəbinə tuş gəlib. Əmmaməlilər onlara necə təpiniblərsə sözlərini geri götürüblər. Şafak Paveyin kitabını oxuya-oxuya yadıma İranın Rusiyadakı səfirinin blqounda bir az əvvəl gördüyüm İran şəkilləri düşdü. Səfir Mehdi Sənai o şəkillərlərlə İranın basqılar, qadağalar ölkəsi yox, əslində çox normal bir ölkə olduğunu göstərmək istəyib. Şəkillərdən də göründüyü kimi əvvəlki kimi molla düzəni yoxdu. Səfirin bloqundan diqqətimi çəkən həm də o oldu ki heç bir yerdə molla, dindar, məscid, pir kimi dini simvollar verilməyib. Hansı ki İrandakı həyatı onlarsa təsəvvür etmək olmur. Ancaq İran özünü bizə göstərəndə var qüvvəsiylə din tərəfini işə salır. Mehdi Sənainin bloqunda göstərilən İran mənzərəsi bizə təqdim olunmur. Şərqin hiyləgər milləti olan farslar yaxşı bilir neylədiklərini. Axı onlar burda İslamın qoruyucusu kimi tanınırlar. Iranın qeyri rəsmi burdakı kanalı olan ANS-də mənzərələri mühavizəkar tərzdədi. Elə səfirliyin keçirdiyi sərgilərdə də Rusiyadakı səfirin bloqundakı rəsimlərdən görməmişəm. Ümumiyyətlə bizdəki alqı qara çadralı, əmmaməli, boz evlərdən ibarət bir İrandır. İran aşurada, imamların mövlud və vəfat günlərində, dini bayramlarda özünün xatırlanmasını istəyir. Əlbətdə Azərbaycan üçün. Rusiyadakı səfirin bloqundakı şəkillər gerçək İran deyil. Heç bizə göstərilən də. Hardasa ortadadı. Ancaq nədisə bizim üçün faydalı heçnə yoxdu orda. Primitiv insan hüquq və azadlıqlarını boğan, insanın həyatının hər sahəsinə nüfuz edən, bunda özünü tam haqqlı görən bir sistemdən götürəcəyimiz heçnə yoxdu. O cür sistemdə yaşayan insanlarda riyakarlıq adi insan xarakterinə çevrilir. Daima basqılara məruz qalanlar gerçək hiss və düşüncələrini həmişə gizlətməyə məcbur olurlar. Üzdə güldükləri, xoş iltifat etdikləri adamın arxasınca rahat söyərlər, qiybətini edərlər. Daima səksəskədə olarlar ki görən onları izləyən varmı və s. P.S,Bilərəkdən İrandakı türklərin problemlərindən yazmadım. Çünki o qədər geniş mövzudur ki gərək azı 10 yerə bölüb incələyəsən.

http://reschadbabali.wordpress.com/2014/03/18/hiyl%C9%99g%C9%99r-siyas%C9%99t/


Şafak Pavey Avrupa Parlamentosu’ndaki Söz Hakkını Gezi’nin Annelerine Verdi

$
0
0

https://www.youtube.com/watch?v=vHmnlHWQTDo&feature=youtu.be

gezi anneleri

 

Kendi hazırladığım ve “şiddet mağduru çocuklarının sonsuz matemini tutan kadınlar”la yaptığım görüşmeleri içeren ‘ANNE’ filmini, Avrupa Parlamentosu’ndaki söz hakkımdan vazgeçerek, konuşma süremi milletvekillerine annelerin kederini izleterek kullandım.

Annelerin kederine biraz olsun ortak olabilmek adına…

”Toplumumuzda kadın şiddetin mağdurudur. Aynı zamanda şiddet mağduru çocuklarının sonsuz matemini yine kadınlar tutmaktadır.

Kadınlarımızın on yılda geldiği yere küçük bir fotoğraf koymak istedim. Rakamlarla değil hayatla.. Size bir kesim pervasızca, utanmazca halkın hakkını kendi muazzam refahı için çalarken; buna itiraz ettiği için öldürülen gençlerin geride bıraktıkları kadınları hatırlatmak istedim.

Zaten eğer kadın konuşacaksak daha başka neyi söyleyebiliriz ki!

Ulaşamadığım için acısını buraya taşıyamadığım annelerden özür diliyorum. Ama biliyorum ki izledikleriniz onları da temsil ediyorlar.

Şafak Pavey

(20 Mart 2014 – Brüksel AB Parlamentosu)

Secularist of the Year awarded to Turkish MP, Safak Pavey

$
0
0
29 Mar 2014
National Secular Society
 

Türkçesi için buraya tıklayın: Sekülerizm Ödül Töreni Konuşması

 

safak- sociel societyTurkish MP and human rights campaigner, Safak Pavey, has won this year’s award for Secularist of the Year.

She was presented with the £5,000 Irwin Prize by honorary associate and shadow foreign office minister, Kerry McCarthy MP, at a lunch-time event hosted by the National Secular Society on Saturday.

Safak Pavey is a member of Turkey’s main opposition party and sits for the Istanbul constituency. She is known for her international work in human rights, the promotion of the rights of women and minorities in Turkey, as well as humanitarian aid and peace-building.

She was also the first disabled woman elected to the Turkish parliament and, in 2012, was awarded a Woman of Courage Award by the White House for her efforts to raise awareness of the plight of those with disabilities in countries where resources are limited.

Safak has spoken out about the need for secularism in Turkey, a country where there are religious tests for civil servants and job applicants, no evolution on school syllabuses, segregation by gender in schools and universities, and 90,000 mosques being used as propaganda centres for the government. She has also worked for an improvement in the protection of the rights of women, against a backdrop of one out of three marriages involving child brides, honour killings having increased 14 times in the past seven years and a Prime Minister, Recep Tayyip Erdogan, who has said that he does not think men and women are equal. Freedom of expression is another deeply threatened right in Turkey, where youtube and twitter were banned in the midst of a corruption scandal involving high government officials, and where infamously last year, pianist and composer Fazil Say was handed a suspended 10-month prison sentence for “insulting Islam”. Turkey ranks 154th amongst 180 countries on the World Press Freedom Index.

Terry Sanderson, president of the National Secular Society, said: “Safak Pavey is an extraordinary woman right at the centre of an enormous upheaval in Middle Eastern politics. After receiving her award she rushed back to Turkey for the regional elections that are taking place this weekend. These elections will be a significant indicator of which way the mood of Turkey is turning.

“Prime Minister Erdogan is showing a worrying authoritarian streak and recently tried to deflect criticism by attempting to ban Twitter. He has closed down TV channels that are critical of him and has jailed more journalists than anyone else in the world. He is leading his country inexorably towards becoming an Islamic state, putting in peril the secular constitution initiated by Kemal Ataturk in 1921.

“But not only is Safak at the centre of this titanic struggle between secularism and authoritarian religion, she is always looking to the rights and needs of others.

We are very proud to be able to honour her with this award.”

Also honoured at the award ceremony were two nominees, Chris Moos and Abhishek Phadnis, both students from the London School of Economics who have, in the past year, challenged their own university and Universities UK over important and fundamental issues such as free speech and gender segregation.

Other nominees included Nick Cohen, Jem Henderson, Gita Sahgal, and Dan Snow.

Orjinal sayfa: http://www.secularism.org.uk/news/2014/03/secularist-of-the-year-awarded-to-turkish-mp-safak-pavey

1 Mayıs’ta ya kalkan olacağım ya da kurban

$
0
0

27/04/2014

Şirin Payzın – Radikal

fft81_mf2134985

Taksim ambargolu 1 Mayıs öncesinde gözlerin çevrildiği yerlerden biri de CHP. Ana muhalefet partisinin milletvekili Şafak Pavey’in de bu konuyla, “AKP’nin tutarsızlıklarıyla” ve CHP’nin nasıl yol gerektiğiyle ilgili söyleyecekleri var.

CHP Milletvekili Şafak Pavey Meclise’e girdiği günden beri sokağın sesi oldu. Çünkü o, siyasete girmeden önce de kadınlarla, mültecilerle, sivil toplum örgütleriyle, çevrecilerle beraber sokakla iç içeydi. Onların sesini hemen CHP’ye hem de parlamentoya yansıtabilmek, kendi deyişiyle ‘işlevsel’ olabilmek için siyasette kendine yer aradı. Klasik milletvekili kalıplarını kırdı. Erkek sesinin egemen olduğu siyaset sahnesine sokağın farklı renklerini yansıtma hedefiyle yola çıktı. Pavey’in ambargolu 1 Mayıs için söyleyecekleri var.

safak 1 mayıs

 

 

 

 

 

Devamı için linki tıklayın: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/sirin_payzin/1_mayista_ya_kalkan_olacagim_ya_da_kurban-1188845

Başbakan ve vekiller gelin hep birlikte istifa edelim

$
0
0
15 Mayıs 2014
T24 – Konuk Yazar

24398173

 

 

 

 

 

 

Ben de bütün ülkem gibi ağladım, diye hafiflemeyi hak etmiyorum. Canım yandığı için vicdanımı arıttığımı düşünemem bile.

Milletvekili olarak başım dik yürüyemem artık. İnsan olarak kaldırsam da başımı… Çıldırmışça yağmalayarak malı, mülkü, toprağı, ağacı; sonsuz ve sınırsız paraya feda ederek insanı, hâlâ sokaklarda gaz sıkanlarla aynı koltukları paylaştığım için hep kambur olacak sırtım…

Milletvekili olsan kaç yazar?

Bunu ilk kez, penceresi olmayan evde donarak ölen Ayaz Bebeğin cenazesinde düşünmüştüm.  Benim vekili olduğum ülkede, bir çocuk donarak ölmüştü. Duyduğum utancı ancak kelimeler teselli eder diyerek, kendime ceza vermek için, boş deftere defalarca “Milletvekili olsan kaç yazar?” diye yazmıştım.

Penceresiz bir evde bebek ölürken, AKAPE ultra lüks uçaklar satın alabiliyorsa, zaten hasarlı olan vicdanda ağır bir kara delik daha açıyorlar diye düşünmüştüm… Sefahatten gözleri dönüp, gökyüzünün lüksünde aşağıdaki sefaleti göremiyorlarsa iş çığrından çıkmıştı… Nerede sefahat varsa, sefalet de oradadır.

Bunu hak edemezsiniz, demiştim. Ve sormuştum o zaman. Asla cevap alamadığımız yüzlerce sorudan biri olarak: Taşeronun taşeronu olur mu? Olursa, işçilikten köleliğe “çağ atlamış” olmuyor muyuz?

Aradan zaman geçti… Sedyeyi çizmelerinden koruyan hüzünlü ahlak yüreğimde bir oyuk açtı…

Simsiyah yüzüyle arkaya dönüp, “Beni bırakın, Mahmut’u kurtarın, onun eşi hamile” diyen o muhteşem vicdan karşısında mahcup, başımı eğdim. Yerin dibine kadar eğildim.

Soma-Maden-Kazası-Profil-Resimleri-3  soma-maden-gocuk-kaza-1

Nasıl olur da, başbakan olmak, bakan olmak, milletvekili olmak, 787 madencinin hayatından daha değerli olabilir? Bunları, hâlâ konuşabiliyor olan arsızları; yüzlerinde en küçük bir utanma kızartısı olmadan; iş kazalarına alışkanlıktan, madenin fıtratından, algıdan, sabotajdan söz edebilme küstahlığına; canından can kopmuşa tekme atabilme zalimliğine hangi sefahat zirvesi taşımış olabilir?

Nasıl bilemeyiz? Kaç kişi vardiyadaydı, kaç kişi toprağın altındaydı? Rakamlara bu kadar düşkünsek, sayı olmayan insan sayılarına bu meraksızlık nasıl mümkün olur?

Kaç ölü çıktığını bildiğin halde, “propagandamıza halel gelmesin” diye alıştıra alıştıra söylemek sayıları… Bir düşün, ya senin oğlun, senin kardeşin, senin baban olsaydı yerin altındaki!.. Sadece düşün! Bu bile bana yetecek…

“Felaketten yağ çıkarmak” nasıl bir vahşetin ahlakıdır? Tarifsiz kederlerden komplo teorisi çıkarmak nasıl bir şizofrenidir? Yeraltı gazından zehirlenerek ölenleri soranları, gazla zehirlemek nasıl bir istibdattır? Öleni değil, kâr edeni masum gösteren haber bombardımanını yazan parmakların ucundaki nasıl bir duygu çöküntüsüdür? Bir çocuk kadar şaşkın merak ederim.

69133

“Huzuru sağlamak” için; yerin üstünde tamamen umutsuz bir umutla, oğlumuzu, eşimizi, kardeşimizi, arkadaşımızı beklerken yine bizi tekmeyle, copla, gazla hırpalamak nasıl mesut bir huzur veriyor?

Yemin ederim hepinize; bilsem kader demek bir sonraki felâketi önleyecek, her gün zikir çeker gibi tespihe dizerim tevekkülü. Ama 57 İslam ülkesinin tevekkülü ile bilimin sunduğu çare arasındaki büyük uçuruma bakıp, felaketleri önlemediğini biliyorum…

Bu felakette yan yana değiliz, iki karşı uçtayız! Aramızdaki fark, tekmeci Yusuf’la, Mahmut’a yaşama sırasını veren madenci arasındaki fark kadar büyüktür.

Siz “Aman oylarımız zarar görmesin, aman iktidarımıza zarar gelmesin” takıntısıyla her kederden hesap çıkarırken, biz acaba neden yaşam odası yoktu, acaba yerin altında pahalı olduğu için eksik bırakılan neydi, diye düşünüyoruz.

Siz AB ile uyumda; denetimden, iş ve işçi güvenliği mecburiyetlerinden kaçmak için, ‘Sosyal Politikalar ve İstihdam’ faslını açmazken; biz Uluslararası Çalışma Örgütü’nün  “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni neden 19 yıldır imzalamadığımızı merak ediyoruz.

Çağ atlattığını iddia ettiğin ülkenin felâketine, eski çağlardan karşılaştırma yapmak hangi çürük bilginin kokusudur? İktidar olduğun 4380 günde, her gün üç işçi iş kazasında ölmüş, bir gün arayla bir maden işçisi ölmüş, sekiz yüz bin iş kazası olmuş, on beş bin kişi sakat kalmış. Bunu değiştirmek için hiçbir kültürel kampanya yapmamışız. Göstermelik kanunlarla değil, ancak kültürel dönüşümle başarılabilecek iş güvenliği değerini yerleştirmemişiz.

Ne siz başbakan, ne bakanlarınız bakan, ne ben milletvekili olmayı hak etmiyoruz, birlikte etmiyoruz… Zerrece etmiyoruz…

Artık nasıl güvenilir olabiliriz? Devletin muazzam örtülü bütçesiyle, küresel İslam hareketinin lobisiyle, MİT, polis ve ordunun kendi vatandaşını fişleyen karşı konulmaz istihbarat gücüyle, tekmesiyle, gazıyla, AKAPE’nin her türlü oyu kontrol edebilme, değiştirebilme yeteneğiyle;  yüzde doksan dokuzu hâlâ inandırsak da; biz kendimize nasıl inanacağız bundan böyle?..

Gelin birlikte utanalım ve birlikte istifa edelim. Belki bu toplumun kaderini değiştiririz aradan çekilirsek…

Hele, Başbakanlık Müşaviri Yusuf acılı insanı tekmelerken; Mahmut’un hamile eşi için yaşama sırasını Mahmut’a vererek bize haysiyetin mükemmelliğini öğretenler hemen yanı başımızdayken…

Şafak Pavey

http://t24.com.tr/yazarlar/safak-pavey/basbakan-ve-vekilleri-gelin-hep-birlikte-istifa-edelim,9278

KEDER

Viewing all 72 articles
Browse latest View live