Quantcast
Channel: Şafak Pavey » Genel | Şafak Pavey
Viewing all 72 articles
Browse latest View live

Dünya Çevre Gününde Bu Ülkeye Kıyamayanlardan Biri Olarak

$
0
0
5 Haziran 2014
safakpavey-dünya çevre günü

Parklarımıza attığınız gazların zehri temizlenmeden; ömürlerini adadıkları sularına, doğalarına sarılan Tortumlu Leyla’yı, Şimşirlili Havva Ana’yı, ağaçlarını koruyan Amasyalı gençleri dövdünüz. Masum ve cesur Anadolu insanına uyguladığınız resmi şiddeti kınarken; bu uyarı mektubunu bu ülkeye kıyamayanlardan biri olarak yazıyorum. İçinde en küçük bir siyasi fırsatçılık, zerre kadar çatışma duygusu yok.  Büyük kaygı var..

1-Geçen yıl, ülkemizin doğa ihtilaflı 92 noktasını gösteren bir sivil toplum haritası sunarak dikkatinizi çekmeye çalıştık. Başaramamış olmalıyız ki; sorunlu alanlarımız bu yıl 167 noktaya yükseldi ( www.direncevre.org ). Doğamız hiçbir dönemde bu kadar tehdit edilmedi. Doğanın canı yanıyor ama dili olmadığı için ancak felaketlerle uyarıyor. Her felaketi bir şekilde atlattığımızı düşünüp, hatalarımızı gelecekte telafi etmeyi ummak, ölümcül bir yanlıştır.

2-Doğal kaynaklara olan talebimiz, dünyanın sağlayabileceği miktarı üçte bir aşıyor. Dünya nüfusunun yüzde 75′i tüketim oranlarının, doğanın kendini yenileme hızını aştığı ülkelerde yaşıyor. Bu oran Türkiye’de kırmızı alarm veriyor. Susuzluk, kuraklık, sel gibi doğa felaketlerinin artık sınırları yok. İçinde bulunduğumuz zamanın ihtiyaçlarını mirasyedi mantığı ile karşılarken, aynı ömür içinde buluşan genç kuşağın, var olma şansına zarar veren bir büyüme biçimini seçtiniz. Oysa tarım, balıkçılık ve turizm gibi sektörlerle de hem ekosistemi koruyup hem ekonomik kalkınma sağlayan yıldız ülkeler gözümüzün önünde duruyor.

3- UNEP’in verilerine göre Türkiye, Avrupa’da çölleşmenin başlayacağı ilk ülkelerden biri. Türkiye’de son 20 yılda kişi başına düşen yıllık su miktarı 4000 metreküpten, 1519 metreküpe inmiş. Sulak alanlarımız yarı yarıya azaldı.  Bu haliyle “su sıkıntılı ülkeler ” ligindeyiz.  2030 yılında ise su kıtlığı olan ülkeler arasına gireceğiz.

2008 yılında yaşanan kuraklıkta tam yarım milyon çiftçi etkilendi. Maliyeti 2 milyar Euro.. Sulama alanlarımızın yüzde 94’ü konvansiyonel yöntemle sulanıyor. Bu yüzde 50 kayıp demek. Devletin hala anlaşılır bir tarım/sulama politikası yok. Hala derelerimizi kurutuyor. Ülkemiz hoyratça büyüyor. Gıda ve enerji üretimini belirleyen su kaynakları bu hoyratlıktan mağdur oluyor. Tek bir insan ömrü içinde balık türlerimizin yarısını kaybettik. Yiyecek fiyatlarında hızla katlanan artış önümüzde. Su sıkıntısı köylümüzün ekmeğini tehdit ediyor.

4- Yenilenebilir Enerji potansiyelimiz Almanya’dan fazla. Ancak Almanya’nın yenilenebilir enerjiden ürettiği elektrik, Türkiye’nin ürettiği toplam elektrikten daha fazla. Bizdeki oran yüzde 5, Almanya’da yenilenebilir enerji kullanım oranı yüzde 25,8…  HES politikalarının ve kötü su yönetiminin yanı sıra, iklimimizdeki değişik sebebiyle 2080 yılına kadar yağışta ciddi bir azalma, sıcaklıkta da ciddi bir artış bekleniyor. Bu öngörü mevcut kötü politikalarla birleştirince 2023 oldukça kurak bir yıl olacak. Derhal HES’lerden vazgeçmek, su kaynaklarını korumak, geri dönüşümlü olarak değerlendirmek zorundayız.

5- Dünya Çevre Gününü ne yazık ki Soma felaketinin gölgesinde anıyoruz. Tarımdan maden sahalarına çevrilen alanlardan elde edilmesi planlanan 11.5 milyar ton kömür ve 80’den fazla kömürlü termik santral planı var. Bundan vazgeçmek zorundayız. Enerji Bakanlığı’nın kömür politikası, yüksek ve hızlı kâr hedefi; denetim ve güvenlik maliyetlerinin azaltılması, bizi maden felaketleri sıralamasında dünya birincisi yaptı. Tarım arazilerinde madencilik yapmak için bakanlıktan “kamu yararı” onayı almak yetiyor. Madencilik yapılan arazilerin uğradığı ciddi tahribat sonucu, bir daha o bölgelerde tarım yapılması mümkün olmuyor.   Antalya’daki maden ocaklarının yüzde 90’ı ÇED istenmemiş alanlar…

Kırsaldaki insanlarımızı yeraltında taşeron olarak çalışmaya mahkûm etmek yerine, bereketiyle başka kıtaları besleyebilecek çiftçilik politikalarına geçersek, hem yoksullukla mücadele eder, hem de insan hayatını korumuş oluruz.

6- Nükleer Enerji konusu Fukushima Faciası’ndan sonra Avrupa için neredeyse kapandı. Dünya’da nükleer enerji kullanım oranı 30 yıl öncesine gerilemiş. Almanya tesisleri tamamen kapatmayı planlıyor. Akkuyu Nükleer Santrali’nde ise atık yönetim planı bile yok.

Nükleerin felaket getireceği aşikâr, bu nedenle yenilenebilir enerjiyi yeniden hatırlatmamız gerekiyor. Greenpeace’in Avrupa Birliği Yenilenebilir Enerji Konseyi ve Dünya Rüzgâr Enerjisi Konseyi ile birlikte hazırladığı Enerji [D]evrimi raporu, Türkiye’nin 2040′a kadar elektrik ihtiyacının %85’ini, kömür gibi kirli ve pahalı bir enerji yerine yenilenebilir enerjilerden karşılayabileceğini açıklıyor. En önemli kaynağımız da güneşimiz. Güneşin üzerinde parladığı ülkemizde onun enerjisinden her hanenin faydalanabilmesini sağlamak mümkün..

7- İnşaat sektöründe 2000 yılından beri tercih edilen hazır beton kullanımı, betonlaşmanın dehşetli hacmini temsil ediyor..Türkiye’de 1988 yılında 1,5 milyon metreküp hazır beton üretiliyordu.  2011 yılında bu miktar 90 milyon metreküpe çıktı. Yani 60 kat arttı. TOKİ başta olmak üzere kötü inşaat yatırımlarının doğamızı 60 kat daha hızlı tahrip ettiğini görüyoruz.  Avrupa’da, bu kullanımla bize yaklaşabilecek ülke yok. Almanya, 2011’de 42 milyon metreküp üretmiş. Rusya ise 70 milyon. Kimileri betondan servetler kazanıyor olabilirler ama doğası yok olmuş bir ülkede o servetin sefasını sürmek mümkün olmayacak.

8- Hava kirliliği görünmez bir katil. İnsanları fark etmeden öldürüyor. Sağlığa etkisi kadar,  fazla nitrojen kirliliği ve asit yağmurları yoluyla doğaya da büyük zarar veriyor.

2011 verilerine göre dünyanın en kirli havaya sahip 50 şehrinin içinde Türkiye’den 7 şehir var; Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Siirt, Gaziantep, Isparta. Kaz Dağları sahip olduğu özelliklerinden ötürü “Oksijen Deposu” olarak adlandırılır. Hava kirliliği bu kadar ölümcülken, Kaz Dağlarının oksijenini baraj inşaası, madencilik faaliyetleri ve HES’le nasıl tehdit edebilirsiniz? Hava kirliliğini 2030 yılına kadar şimdikine oranla %20 oranında azaltmayı hedefleyen AB tedbirleri mevzuatını uygulamaya sokmaya mecburuz.

9-İklim ısındıkça karbondioksiti emme özelliği olan bitkiler, özelliklerini yitirip sera etkisine yol açan gazları üretmeye başlayacaklar. Sıcak hava nedeniyle, organik çürüme artacak ve bugüne dek sadece insanların ürettiği karbon emisyonlarına bitkilerin ürettikleri de eklenecek. Bilimin tahminleri doğru çıktığı takdirde; kuraklık, kuraklığın etkisiyle orman yangınları, seller, bizi tehlikeli boyutlarda tehdit edecek. Türkiye 2011 DOHA, 2012 DURBAN ve 2013 VARŞOVA İklim Zirveleri’nde “Günün Fosili” seçildi. Çünkü sera gazı azaltım hedefimiz ve iklim değişikliği öngörümüz yok. İlgili Bakan zirveye gitmedi. 47 Milyar 523 milyon liralık yatırım bütçemizde; iklim değişikliğiyle mücadeleye  sadece 4 kalem ayrılmış.  4 milyon 94 bin liralık bütçe, bölünmüş yol yapmak için ayrılan bütçenin ancak 28’de biri.

10- Doğa; ülkemizde de insan yaşamının sürdürülebilirliğini sınıyor. Doğamızdaki tahribat, Soma’da gördüğümüz gibi yoksulluğu katlıyor. Doğayı tahrip etmeye aynı hızda devam edersek, kişi başına gelir 2050 yılına kadar yüzde 7 azalacak. Hükümetin ekonomik başarısı ölçülürken gayri safi ulusal gelirle birlikte ekonomik sürdürülebilirlik dikkate alındığında; gerçek durumu daha doğru anlama ve ona göre plan yapma şansı elde edebiliriz. Yaşanabilir bir gelecek için, kendi aramızda, gelecek kuşaklarla ve doğayla olan ilişkiyi değiştirmek, acilen doğaya saygılı politikaları uygulamaya başlamak zorundayız.

Doğa politikamızı yeniden gözden geçirmezsek 2023’lerde şu andaki ihtiyaçlarımızı karşılamak için bile; iki Türkiye’ye birden ihtiyaç duyacağız. Doğal sermayenin fütursuzca kullanılması, ülkemizin refahını tehlikeye atıyor; yiyecek, su ve enerji fiyatlarının aşırı yükselmesine yol açıyor. Limon fiyatları sadece geçen yıla oranla bu yıl dört kat arttı. Susam fiyatları ise altı kat. Aramızda yarattığınız büyük kutuplaşmaya rağmen bu ülke, doğamızın sunduğu bereket ortak servetimiz. Aynı özen ve dikkatle korumaya mecburuz.

SaygılarımlaUntitled-2 RGB 2

Şafak Pavey

 


Şafak Pavey: Zeytinlik tasarısı geride kalan kıyıların son yağması

$
0
0
03/07/2014

Daha önce beş defa TBMM’den dönen Zeytincilik yasası Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı’nın sunduğu bir kanun tasarısıyla bir kere daha gündeme geldi ve tartışmaları da beraberinde getirdi. Hem zeytin sektörünün temsilcileri, hem de Ziraat Mühendisleri Odası gibi meslek örgütlerinin ‘zeytinciliğin sonu’ olarak tanımladığı tasarı hayata geçirilirse zeytinliklerin madencilik, petrol ve doğalgaz için talan edilmesinin önü açılacak.

TBMM Başkanlığı’na sunulan ‘Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişikilik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’na karşı muhalif ses yükselten CHP İstanbul milletvekili Şafak Pavey, düzenlemeyi Yeşil Gazete’ye değerlendirdi. Ülke tarımının en önemli ürünlerinden zeytini ilgilendiren bir tasarıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın görüşmelerde yer almaması da eleştirilmişti. Bu konuda görüşlerini sorudğumuz Pavey, muhalefet olarak çabalarının kısmen sonuç verdiğini ve tasarının ileriki görüşmelerine Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın komisyon görüşmelerine alındığını sözlerine ekledi.

Hükümet bir avuç kalmış doğal servetimizi de yok etmeye kararlı

  • Söz konusu düzenlemeye ilgili genel yorumunuz nedir?

safak4

Bu bence sadece zeytinlikleri ilgilendiren bir tahrip saldırısı değil. İskenderun’da mandalina bahçeleri üstüne santral yapmak nasıl bir doğa kıyımı ise, bu kadar emek isteyen ve Anadolu kıyılarının en eski, en cömert, en büyük doğa armağanı olan zeytinlikleri yok etmek te ancak talan ruhunun azgın iştahı ile açıklanabilir. Hiç doymayan bir açgözlülük, tabağına yiyemeyeceğinden fazla yemek doldurup kusan ama yine de karşısındaki aç insanlarla yiyecek bölüşmeyen yağmacılardan söz ediyoruz. Türkiye halkı doğaya bu kadar düşman bir hükümetle bugüne kadar hiç karşılaşmamıştı. AKP’nin doğayla, yeşille, ağaçla kavgası hiç bitmiyor. Ağaç yok etmek için fırsat kolluyor. Bir deneme de halk tarafından püskürtülse de tekrar tekrar denemekten vazgeçmiyor. Halktan tepki görünce de faiz lobisinin planı masalına sığınıyor. . Siyasetini, sinsi, kurnaz, hileli fırsatçılık üstünden yürüttüğü için; gözünü yeniden zeytinliklerimize dikti.

Kulaklarına da beton dökmüş hükümet, “Dünya su ve yiyecek sıkıntısı felaketine sürükleniyor, tedbir almazsak içinde bulunduğumuz on yıl içinde halkımız çok perişan olacak”, uyarılarımıza aldırmadığı yetmezmiş gibi; üstüne üstlük bir avuç kalmış son doğal servetimizi de yok etmeye kararlı görünüyor. Tasarının geçmesi halinde, HES`lerle yok edilen, yağmalanan tarım alanlarımıza ve su kaynaklarımıza, gözbebeğimiz zeytinlik alanlar da eklenecektir. Ama doğa saldırıya uğrayan savunmasız insanlar gibi zayıf değil. Cevabını çok acı bir şekilde veriyor. Ama ne yazık ki insanlık için vakit geçmiş oluyor. Soma’da öfkeyle gördük. Yemyeşil yamaçlar, yemyeşil tepeler ama maden arazileri kazınmış kel kafalar gibi çirkince sırıtıyordu, kurban aldığı onca madenciye dönüştürülmüş köylümüzün cenazeleri üstünde… Ama Ortadoğu toprakları ders almamakla maruftur. Her zaman aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklerler Einstein’ın dediği gibi..

AKP’de işler ‘hesap, kontrol ve vitrine koyulacaklar’ üçlüsü üzerinden yürüyor

  • Daha önce komisyonlardan ve meclisten dönmüş tasarı şimdi biraz değiştirilerek torba yasaya girdi. Hem de Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın düzenlemesiyle. Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı ilgilendiren bir konu olmasına rağmen neden bakanlığın sesi çıkmıyor? Madencilerin uzun zamandır lobi faaliyeti olduğu da söyleniyor.

Ben bunun madencilerin çabası olduğuna inanmıyorum. AKP’nin siyasi nüfuz üstünden haksız, yolsuz ve hacmi hayal bile edilemeyen paraları kazanması için seçtiği alanlardan biri madencilik. Çünkü 18 yy koşulları ile modern kölelik taşeronluk üstünden, hiçbir denetim, sakınacağı teftiş olmadan gayet özgürce niyetlerini gerçekleştirdiği bir alan bu.

‘Neden bakanlıklar kendi alanlarında çalışmıyorlar’ sorusu çok makul ama bir yandan da Pollyanna’cılık. AKP de işler uzmanlık esasına göre yürümüyor ki, ‘hesap, kontrol ve vitrine koyulacaklar’ üçlüsü üstünden yürüyor. Çok iyi hesaplanmış bir yağma alanına ne diye bir bakan karışıp kendi makamını riske atsın. Böyle bir cesareti olamayacağı gibi doğa alanlarını koruma niyeti hiç olmaz. Bugüne kadar, içlerinden birinin bile doğayla ilgilendiğini hiç görmedik..Huşu içinde başbakanın niyetleri ile ilgililer.

Oysa dünyada zeytin ağacını koruma yasasına sahip tek ülke olarak, zeytinliklerimiz zamanında en bilgece yollarla korunmuş, 1939 da çıkarılan özel bir kanunla koruma altına alınmıştır. Zeytinlikler hiçbir zaman amacı dışında kullanılamaz, miras yolu ile dahi bölünemez, bakımı yapılmadığı takdirde hazineye devredilir. Akdeniz Çevre Komisyonuna üye ülkeler tarafından, Türkiye’nin dünyada tek olan zeytin ağacı koruma yasası bütün dünyaya örnek gösteriliyor….

Zeytinciliğimizi nasıl İspanya, İtalya seviyesine kafa yormamız gerekirken, bu büyük serveti yağmalamayı düşünmek tarifsiz bir azgın açgözlülüğün yağmalamaya doyamayan niyetidir.

  • Sizce neden özellikle zeytinlik alanları hedef alınıyor?

Zeytin kıyıların ağacıdır. Kıyı arazilerinin yağması en hızlı yoldan paha biçilmez servetler getirir. Tek cevabı bu. Aksi halde insan gözü gibi koruması gereken antik miras ağaçlarını sahillerini böyle acımasıza kıyar mı?  Zeytinliklerin imara açılması son kalan kıyıların son yağmasıdır.

  • CHP tasarıyla ilgili bir soru önergesi verdi, bu konuda bir gelişme var mı?

Tetikte bekliyoruz..

zeytin

Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişikilik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’yla  değiştirilecek uygulamalar şunlar:

-Tasarının 4. Maddesi’ne göre, zeytin alanlarında Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından izin alınmak suretiyle tesisler yapılabileceği hükmü getiriliyor. – Zeytinlik alanlardaki yatırımlara 3 kilometre mesafe sınırı getiren koruma kalkanı kaldırılıyor. – Tasarı, ilgili bakanlıkça kamu yararı görülmesi durumunda, zeytinlik alanlarda madencilik faaliyetleri yapılmasının önünü açarken, zeytinliklerde ayrıca elektrik üretimine yönelik yatırımlar, petrol ve doğalgaz işletme faaliyetleri, jeotermal, savunmaya yönelik stratejik ihtiyaçlar, kamu yararı gözetilerek yol, altyapı ve üst yapı faaliyetleri yapılabilecek. – Kanun tasarısında zeytinlik alan tanımı ‘En az 25 dönümün üzerindeki parseller alınacak’ şeklinde değiştiriliyor. Fakat sector temsilcilerinin aktardığına gore ülkedeki zeytin bahçelerinin çoğunun büyüklüğü 10 dönümün altında. Bu da çoğu zeytinlik için koruma kalkanının kalkacağı anlamına geliyor.

Gözde Kazaz / Yeşil Gazete
http://yesilgazete.org/blog/2014/07/03/safak-pavey-zeytinlik-tasarisi-geride-kalan-kiyilarin-son-yagmasi/

YSK Rejimin Adını Değiştirdi.

$
0
0

mazbata

       20 Ağustos 2014

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI’NA

 

Aşağıdaki sorularımın Adalet Bakanı Bekir Bozdağ tarafından yanıtlanmasını   Anayasa’nın 98 ve İçtüzüğün 96. maddeleri gereğince talep ederim.

Saygılarımla

Şafak Pavey
İstanbul Milletvekili

 

Yüksek Seçim Kurulu’nun 12.Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilişkin hazırladığı mazbata da Recep Tayyip Erdoğan  “12.Türkiye Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir” ifadesine yer verilmiştir.

1-    Mazbatada yer alan “12. Türkiye” ibaresi ne demektir? Söz konusu ibareyi kim kaleme almıştır? 10. Türkiye,11. Türkiye de var mıdır? Ne anlama gelmektedir? Söz konusu tanım hukuki bir tanım mıdır?

2-    Mazbatada Recep Tayip Erdoğan’ın seçildiği makam Türkiye Cumhurbaşkanı olarak yazılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yerine Türkiye Cumhurbaşkanı yazılmasının yasal dayanağı nedir? Anayasanın 1 Maddesinde hüküm altına alındığı gibi Türkiye Devleti bir cumhuriyet değil midir?

3-    Cumhurbaşkanlığı resmi web sitesinde yazılan “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı” ibaresi, Türkiye Cumhurbaşkanlığı olarak değiştirilecek midir?

4-    Değiştirilecekse hangi yasal mevzuat gereği değiştirilecektir?

 

A Redefined Life

$
0
0
 September 2014 – Printed version

Guest Editorial:

A Redefined Life: Safak Pavey Speaks at the 2013 ABJS® Meeting in Istanbul, Turkey

 
http://link.springer.com/article/10.1007/s11999-013-3339-2
 
Clinical Orthopaedics and Related Research®
ISSN 0009-921X Volume 472
Number 10
Clin Orthop Relat Res (2014)
472:2942-2946
DOI 10.1007/s11999-013-3339-2

“The final publication is available at link.springer.com

——

A Note from the Editor-in-Chief: While Ms. Safak Pavey is extremely well known in Turkey, where she currently serves as a Member of Parliament representing Istanbul, she is less well known outside of Europe. This is too bad. Her passion for equality, her values as a legislator, her leadership as an activist, and her understanding as a patient who experienced a terrible trauma make Ms. Pavey a person whose important story should be told and retold. The Association of Bone and Joint Surgeons1 was fortunate to hear her story firsthand at the 2013 meeting in Istanbul, and we felt it worth sharing as part of this symposium on Recent Advances in Amputation Surgery and Amputee Care.

The author certifies that she, or any members of her immediate family, has no commercial associations (eg, consultancies, stock ownership, equity interest, patent/licensing arrangements, etc) that might pose a conflict of interest in connection with the submitted article.

All ICMJE Conflict of Interest Forms for authors and Clinical Orthopaedics and Related Research1 editors and board members are on file with the publication and can be viewed on request. The opinions expressed are those of the writers, and do not reflect the opinion or policy of CORR or the Association of Bone and Joint Surgeons1.

——

 

I must admit I am a famous patient (Fig. 1). Sometimes I am asked why I am famous, and my answer always feels strange to me: ‘‘Because I had an accident.’’ Doesn’t that sound absurd? Such stories always have multiple realities, and only doctors truly understand it all. They witness more of a patient’s journey than the family does.

My journey began in May 1996, when I was a 19-year- old arts student. I was at the Zu¨ rich train station early in the morning, sending my friend Miralowski, a cancer patient, from Zu¨ rich to Geneva for a chemotherapy session. I held him in my arms as I helped him board the train. As I was trying to get him on board, I realized that the train started moving with its doors open. One of us was definitely going to fall. I remember pushing him forward into the train, and then falling. Some people get hit by cars or fall on rail tracks, get up, and move on. That was not how my fall turned out. My life changed forever.

There was a lasting, very loud noise while the train and its many wagons left the station. I managed to save my head with only some injury. My left arm was lying a bit further away, separated from me. My left leg was torn apart.

I had been at odds with my left side since my childhood. Even though I try to hide it, my left ear is protruded. My mother would stick my ear to my head with duct-tape for months at a time when I was a baby. They never evened out. As a child, I remember being regularly mocked for my left ear sticking out. No surprise, perhaps, that the accident would target my left side.

I remained conscious during the accident. As I lay on the ground, I interacted with the most handsome doctor in the world.

‘‘Can my arm be saved?’’ I asked, holding the arm in my hand.

‘‘It’s too late,’’ he replied.

‘‘Then please save the rest of me.’’

I would later discover that my doctor believed this sentence was the first sign of my will to live, describing it as ‘‘magical.’’ Normally, I am not so blunt, but I know that doctors face these events on a daily basis. I did not feel constrained by sensitivities. Catastrophes make our subconscious more transparent.

It may be unscientific of me, but I have always felt that our instincts are useful in sensing what is about to happen to us. A few days before the accident, I felt extremely uneasy, like an animal sensing an earthquake before it happens. I even wrote in my diary that I felt there would be a dramatic change that I would carry for the rest of my life. Every now and then, I still look at my diary to read that sentence and wonder how a passionate and adventurous young girl could have written such a thing. Perhaps our instincts to sense disasters are as strong as those of horses or dolphins, but we are unable or unwilling trust them.

Similarly, my mother, who at the time of my accident was in Istanbul, later told me that at 10:00 AM that day she felt a sharp pain in her nose. In Switzerland, it would have been 9:00 AM — the time of my accident.
safak pavey

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fig. 1 Pavey is the first disabled woman ever elected to Turkish parliament. Reproduced with permission from Safak Pavey and Oktay Bingol.
 

mum and me

 

 

 

 

 

Fig. 2 Pavey (right) with her mother (left). Reproduced with permission from Safak Pavey.

 

As you can guess, the accident was followed by a lengthy hospital odyssey. Physicians deemed me an inter- esting patient. I think this was because of how I met my family for the first time after the accident.

You should know that my mother and I (Fig. 2) have a slight difference in size; thankfully she could not wear my clothes. But I could not save my shoes from her because our shoe sizes are the same. She made it to Zu¨ rich 24 hours after my accident, and insisted that she be let into the ICU. My psychiatrist, who regarded me as a brave patient, was worried that any emotional weaknesses that my family displayed could weaken my resistance. Clearly, she did not know my family.

Let me tell you a story.

Years after my accident, in 2003, when I was working for the United Nations Refugee Agency, I discovered that I had not been assigned for a humanitarian operation in Baghdad. I hurried to my boss’s office and volunteered for the Iraq assignment.

‘‘You already have the weight of your prosthetics,’’ he replied. ‘‘How will you add another 30 kilos of protective waistcoat and a helmet on top of that?’’

‘‘I could not explain it to my mother if I did not work in the Iraqi humanitarian operation,’’ I said.

He gave me a surprised and merciful look.

‘‘For the first time in my life, I heard of a mother who wants her kid to work in a war area,’’ he said. ‘‘I think you have to leave your family.’’

I remember seeing their blurry silhouettes between my giant, blue bandages as they walked into my room. My mother was wearing my favorite red shoes. I never asked her, but to this day I think she chose them on purpose. Her first sentence did not surprise me, but shocked my doctors, judging by their facial expressions.

‘‘You are having all these operations; you could also

have your left ear fixed while you were at it,’’ she said.

I smiled looking at her shoes, which of course were mine. ‘‘And I see that you did not lose any time seizing the opportunity to steal my shoes.’’

My 8-year-old brother continued: ‘‘Thank God you’ve had an accident. My teacher is treating me really well these days, even when I don’t do my schoolwork.’’

At that time, I was somewhere between drowning and making it to the surface. My family’s opportunism through my accident had swept aside my feeling of helplessness.

My stay at the hospital was filled with never-ending operations and fun memories. I think Dr. Kaiser was probably the most pleased person when I was discharged. He took care of me for the longest period of time and did so with great patience. On one occasion, he needed tissue from my head to graft on my leg. For this, I had to shave my head. I refused to do it unless he did as well. Without any hesitancy, he had his hair shaved. I remember this with eternal gratitude, even as I hope that he never has to encounter a patient like me again.

When the dust settles after a disaster, it is easy to find yourself in an inescapably bad place. My doctors and nurses taught me how not to fall into the trap of feeling sorry for myself. They rewarded my confidence by taking me to other patients as a model. The ability to redefine life; the idea that my success could impact the lives of others was, and still remains, an invaluable lesson.

I had a lot to do. It would not be a sprint, but a long marathon that would require patience and fortitude. It begun with figuring out the things I could not do. For example, I would never be able to jump again. It was also very difficult to speak with only one arm. As with all Mediterranean people, I used my hands as an extension of my mouth. I would be forced to rely more on words. I soon found that I still had enough courage to make fun of myself. Humor can heal. It has a tremendous value for me. I remember a toy cow given to me as a gift in the Swiss hospital, which made us laugh for days. The cow would moo when I pressed a button on its stomach, and acted as an alarm when nurses came with their needles.

Months later, I was at a prosthetic clinic in Mu¨ nster, Germany. While there, my mother was being presented with an award for courage in journalism in New York. The skeleton of my prosthetic leg had just been completed in the rehabilitation department. I was not allowed to leave. I secretly left one evening and boarded a plane. While the doctors were looking for me, I was flying to New York. That evening, there would be high profile guests such as Christiane Amanour, Peter Arnett, Peter Jennings, and the Clintons. They were surprised when they saw me with bandages instead of an arm and the skeleton of a leg. They assumed I was the victim of a bombing due to my mother’s receipt of numerous death threats for covering issues such as mafia-state relations or Islamist assassinations. They seemed unconvinced and almost disappointed when I told them it was the result of a train accident in one of the safest countries in the world, Switzerland.

After 15 years, I admit that I am not even halfway back. Today, I work with a Russian therapist to subconsciously open and free up my left hand, which was locked in a fist when I lost it in the accident. It caused me a lot of pain, as I still recall this subconsciously. Even though we have a long way to go, we managed to unmake the fist I carried with me since the accident. It is a way of combating the phantom syndrome that we discovered ourselves.

Undoubtedly, there is more than just the physical toll. Accidents and disasters can sometimes remove barriers between people, but also place new ones. The most chal- lenging part was always the unspoken prejudices against disabled people. As other disabled individuals frequently experience, the place society deemed suitable for me, and the place I thought I belonged clashed constantly. My new enemy was the entrenched attitudes in society that refused to give me a place. The public at large reached out to me with pity, with mercy. I rejected it outright because it always has a threatening hidden side — pity and mercy lower one’s place in society.

The majority wanted me to be invisible for their own peace of mind. I do not know who these people are, but I knew I had to win this war without being acquainted with them. I became even more visible by challenging their arrogant attitudes that wished me to disappear. I guess my strange accidental fame originated in this struggle. I must confess I learned how to differentiate between what was important and unimportant in my life through this accident. The accident did not change my values, just revised my dreams.

Some people use events as an excuse not to continue with their lives. The most appropriate course of action for me would be never leaving the house. But I did leave the house. I chose not to be hidden away.

My first moments after leaving the hospital were not easy. It felt like being released after serving a long prison sentence, only to be dropped off on an unfamiliar, aban- doned street. The existence of a strict caste system created for families with disabled people became apparent. In

1996, the bodies of affluent members of society had to be perfect in my country. But a fault of the body or brain cannot be punished with isolation. High-level personal attacks served as an intimidation ploy to have me disappear from the public eye. Well-known columnists wrote articles saying that I was playing games — my optimism was dishonest and had other motivations. When I questioned them and asked, even if it was feigned optimism, what exactly was wrong with it? I received no replies. I chose to fight on and continued to be out there. Of course, I wish I never had an accident. But as it is not possible to go back, we must succeed in being able to move forward. The story can be easily told, easily written, but never easily endured.

In November 1996, the press reported my appearance in a restaurant as a ‘‘first time’’ public appearance of a disabled person eating at a restaurant. I had no idea about accessi- bility, but my instincts convinced me that I had a place at that restaurant as much as anyone and everyone else.

The first ramp at Kas¸ ıbeyaz restaurant, the first elevator at Bilgi University in Istanbul, the many ramps and lifts at the United Nations Human Rights Office building in Geneva where I   would later work (Fig. 3),   are all remainders of my times there. I know these are the traces that I share with many other disabled persons who struggle for each change everyday. Leaving architectural trails without being an architect feels rather unique.

However, I had more barriers than just the crude architecture drowned in concrete. As far as people on the streets or public sector workers were concerned, begging on the side of the street was the only acceptable public space for disabled people. As someone who went outside without being intimidated by her disability, this meant I was ‘‘crossing a line.’’ Years later, those same people who could not bear the thought of a disabled female making public appearances voted me into office. Today, I have a reputation for being out on the streets all the time, and it suits me well. I love connecting with people and main- taining my public visibility for able and disabled persons alike. Even though we still have not attained the right to accessibility, we did gain the right to visibility. Partially defeating a centuries old prejudice was a happy start for a Middle Eastern society.
safak figur 3

 

 

 

 

 

 

Fig. 3 Pavey’s public visibility became a source of courage for other disabled individuals. Reproduced with permission from Safak Pavey.

I still am subject to attacks by bigots, but I know how to defeat them now. Recently, I exposed a member of the Justice and Development Party’s Executive Committee who sent me a tweet which read, ‘‘God has taken one of your legs, and you still have not woken up from the sleep of blasphemy.’’ He was removed from office after a public protest. It was just one little step towards hopefully a bigger cultural transformation. This is the kind of hate speech stemming from the ‘‘deep culture’’ that millions of disabled people in my country face on daily basis. I often observe and take great pleasure in knowing that my high visibility and transparency became a source of courage for others who hid away. The often ignored silent majority are slowly stepping out into the daylight. When I look back, I believe that this is the struggle that I can most take pride in.

I come from a family that has always given a great deal of thought to how the majority of people face and resist difficulties that they encounter throughout their lives. This prompted me to take an interest in the struggles of others. One of my most difficult and meaningful memories occurred during my visit with Afghani refugee children.

We stayed in a settlement without electricity. During my visit, my leg, which is charged by electricity, suddenly stopped functioning. The children found parts from old Soviet radios, and managed to make a small wind turbine to construct a charger. We charged my leg with great ceremony, and laughed a lot in the process. There is no need to look at this with rose-tinted glasses.

I also would like to share with you the story of Sitare. Her story has been great company for me to keep, orienting my compass in the right direction, and reminding me of the importance of fighting for rights and freedoms.

I had just started on my new humanitarian mission in Iran, when I was called by the guard of our Tehran-based office to meet with Afghan refugees. When I went downstairs to the medical unit, I saw a young woman looking at me, terrified, her eyes filled with pain. In her tradition, her male relatives spoke for her. This is how I met Sitare. By then, I did not know that she would be a turning point in my life.

Sitare had a medical problem related to her internal organs, and they wanted a female doctor to examine her. I would meet with her quite frequently as we arranged for her long treatment process. In time, she began to talk with me. Her story came out in bits and pieces.

She was born without limbs, and was married off to an elderly man as his third wife when she was only 13-years- old. Yet, Sitare looked the same age as me. She seemingly had grown decades older by being a child bride, a conse- quence of the hard geography into which she was born. Horribly, she was locked up in a dark room for many years, and used only as a sex object. In her circumstances, in that culture, this was somehow deemed acceptable. Her dis- ability meant she did not have any value as a human being; her feelings counted for nothing, nor did her despair.

Despite it all, she had survived, and escaped from con- flicts in her hometown with her family. She became a refugee in Iran, resisted the destiny imposed on her, and believed in the existence of another, more hopeful future. Her silence and forbearance were the keys to her survival. I became attached to her with admiration. We overcame many things together.

Today, Sitare is back in her homeland where peace, social freedoms, and human rights are, seemingly, a fragile possibility. She tells other girls in Afghanistan about the possibility of another life; they can hope for more than life as a child bride. Sitare’s journey is one of my most important inspirations.

Wherever I go, I search for Sitare. Stories like Sitare’s are there, but not always easy to find amidst the dust of extraordinary human-made disasters that have covered the face of the earth today. I believe elevating one person is more precious than targeting unreachable mountaintops. I shall continue to contribute to humanity’s big adventure with my small experiences for human rights.
safak figur 4

 

 

 

 

 

 

Fig. 4 Pavey (center) received the 2012 International Women of Courage award from First Lady Michelle Obama (left) and former Secretary of State Hillary Clinton (right).

My mission is not over. Back in my homeland of Tur- key, a 13-year-old girl was raped by approximately 24 to 26 men. Just recently, the higher court ruled that the girl willfully gave her ‘‘consent,’’ and reduced the sentence on these grounds [1]. It is time to fight against this decision.

In short, life sometimes is very difficult, but looking inwards and making the problem bigger only leads to dead ends. When we shut our doors to the problems of others, I believe we also miss vital opportunities to find our own solutions.

Tolstoy wrote that ‘‘happy families are all alike; every unhappy family is unhappy in its own way.’’ Undoubtedly, he is right. In the context of human progress, the driving force has often been the focus on those that are unhappy.

When one chooses to involve oneself in common human struggles, when one chooses to be a remedy for the prob- lems of others, then one’s own problems become less important. I believe this is also the best method of self- healing. I guess those who know this best are doctors, nurses, and paramedics.

Sometimes, it is inevitable to just focus on oneself. Occasionally, I find myself thinking about my life before the accident. I admit I really do miss jumping around with my clumsy left hand. But I am now much stronger than those who never fell in their lives. Falling is not a very bad thing after all, because you learn how to stand up again (Fig. 4).

That is how I see my story.

Safak Pavey

Member of Parliament, Representing Istanbul,
Main Building, Floor 1, No. 299 Turkish Parliament Bakanliklar,
Ankara, Turkey
e-mail: safak@safakpavey.com
URL: www.safakpavey.com
 
 

Reference

1. Letsch C. Turkish court reduces sentences for men accused of raping 13-year-old. The Guardian. Available at: http://www. theguardian.com/world/2011/nov/04/turkish-court-reduces-rape- sentences. Accessed Oct. 3, 2013.

Siyasetin ve yaratıcılığın kesiştiği yer

$
0
0

Şafak Pavey de Brand Week Istanbul’da.

31.10.2014  | Alev Kaynak
 
http://www.mediacatonline.com/safak-pavey-brand-week-istanbul/
 

BARIŞ NE KADAR YAKIN NE KADAR UZAK

$
0
0
11.11.2014
Yurt Gazetesi / Serbest Kürsü
serbestkursu@yurtgazetesi.com.tr
Yöneten: Nazan OZCAN
 
MediaCat’in 4-8 Kasım arasında İstanbul’da düzenlediği Türkiye’nin marka ve pazarlama buluşması “Brand VVeek İstanbul’da Şafak Pavey‘in 6 Kasım’da yaptığı “barış” konulu konuşmasını yayınlıyoruz;
 
6 KASIM 2014
“BARIŞ”
 
safak brand week konuşma

Sokoloffun muhteşem You Are My Son’ çabşması, bana tarihimizin hazin ve gururlu bir parçasını hatırlattı. Yüzyıl önce bu topraklarda hayatlarım kaybetmiş Anzak gençleri için, onlarla savaşan Atamız, “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlannızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarım verdikten soma artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” (1934) diyerek, savaşın kederli mirasçılarının kalbini kazanmış, sonsuz barışın ilk tuğlasını koymuştu.

9 milyon insan öldü

Birkaç gün içinde, bu kanlı dünya savaşının bitişini anıyor olacağız. Büyük savaş yüzyıllık bir barışın ardından başlamıştı. Bölgesel gerilimlere rağmen savaştan önceki yıllar, aslında Avrupa’da pek çok açıdan barış ve refah dönemiydi. 1914’ün başlarında hiç kimse dünyanın birkaç ay içinde büyük bir savaşa sürükleneceğini tahmin edemezdi. 70 milyon insan, tarihin en büyük savaşlarından biri için seferber edildi. Savaşı kendileri için bir büyüklük görenler, milyonlarca insana getireceği güçlük ve sefalete hiç aldırmadılar. 9 milyon insan hayatını kaybetti. Bu savaş dünya tarihindeki en çok zayiat verilen beşinci savaş olmuş ve savaşa katılan devletlerde birçok politik değişikliğe ve devrimlere yol açmıştır. Ve en trajik olanı; kazananı yoktur. Ticaret yolları için, yüzlerce yıl Osmanlı imparatorluğunu istila etmeyi planlayan Rusya çökmüş ve İstanbul’a egemen olmak isteyen Rus subayları, bu şehrin kederli sığınmacıları olmuşlardır.

Savaşçı sivil ayrımı

Bu büyük maliyetten ötürü, çeyrek yüzyıl sonra yeniden bir dünya savaşının geleceğini de sanırım çok az kimse öngörmüştür. O savaş da, korkunç insanlık bedelleriyle sona erdi ama insanlığın birbirini öldürmek için yeni yollar düşünme kapasitesi hiç eksilmedi. Üstelik savaşçı ve sivil arasındaki ayrım son derece bulanıklaştı. Yanı başımızda olup bitenlerden hiç söz etmek istemiyorum. Hepinizin kaygıyla ve acıyla takip ettiğinizi biliyorum.

İnsan; fikir, inanç ve kültürel kimlik için çatışmaya giriyor. Doğada bunun bir benzeri daha yok. Her canlı hayatta kalmak için birbirini öldürüyor ama sadece insanlar birbirlerini “değer” uğruna öldürüyor. Şeref, onur, din, mezhep ve etnik farklılıklar savaşların ateşleyicileri.. İnsan, kendisini ‘ait olduğu topluluğun ayrılmaz bir parçası’ sayıyor ve kendi grubundan olmayanları yok etme fikriyle, aidiyetine sadakat sunuyor. Barışla, toplumsal güvenin çok yalan ilişkisi var. Barışa oturan taraflar arasında güven kurulamadığında (ki en zoru bu), banş yeni bir çatışma olarak sürüyor. Oysa içtenlikle ararsak; bansın nasıl oluşturulabileceğine dair reçeteler önümüzde. Yolsuzluğun azalması, eğitimin kalitesi ve oranı, refah düzeyi ve barış sürecinin şeffaf ve güvenilir yürütülmesi, barışı gerçek kılıyor.

Mazlumdan doğan zalim

Barışın anahtarı, karşılıklı empati hissinde, kendini karşısındakinin yerine koyabilme kabiliyetinde… Karşılıklı kelimesinin altını çizmek istiyorum. Çünkü empati tek yanlı olduğunda, aşağılanma haline dönüşüyor. Böylece çatışmayı çözmek yerine çatışmanın bizzat nedeni olabiliyor. Barış anahtannın kapılan açması için, tarafları temsil eden liderlerin eşit onurla algılanması gerekiyor. Çünkü çatışmalarda en şiddetli öfke, bir tarafın diğerini aşağıladığı fikrinden güçleniyor.

Düşmanlar arasında, empati seviyesi kimin daha güçlü olduğuna göre de değişiyor. Daha güçlü olan taraf, zayıflara karşı daha çok empati duyuyor. Buna karşılık, bastırılmış olanlar, güçlülerin acılarını anlamakta zorlanıyor. Ezildiklerini düşünenler empatiye daha dirençli oluyorlar. Mazlumdan doğan zalim, en ürkütücü olabiliyor. Karşı tarafın değişebileceğine inanıldığında, barış ihtimali çok yükseliyor. Kutsal değerlerin düşman tarafından tanınması ya da özür dileme uzlaşmaya götürüyor. Başlangıç için samimi bir saygı ve gerçek tevazu bile yeterli gelebiliyor.

Bunlan bildiğimize göre, ‘banş çabalan neden bu kadar başansız,’ diye sormalıyız. Çünkü banş için çalışmak sanılanın aksine son derece güç. Barışa çaba koyanlar, soğuk bir gölge tarafından izlendiklerini düşünüyorlar. Çünkü önyargılar ve kin, çatışmaya son vermek isteyene yöneliyor. Bu nedenle banş için kollarını sıvayanların cesur, yaratıcı ve şeffaf olmaları şart. Barışa karşı en güçlü taarruz, önyargılar ve komplo teorileri… Cesaret ve şeffaflık, önyargı ve komplo teorilerine karşı panzehir görevi üstleniyor.

Barış için iyi örnekler

Her barış çabası, bireyin, topluluğun, ulusun haklarını kaybedeceği duygusu yaratıyor. Toplumlar kendilerine ait olduğuna inandıklarını, başkası ile bölüşmek fikrinden hoşlanmıyorlar.

Ancak barış, ‘ne pahasına olursa olsun,” mantığıyla yapılamıyor. Kültürel olarak sağlam zemine dayanması ve içinde yeni çatışma tehlikesi taşımaması gerekiyor. Barış için iyi örnekler, iyi semboller ve iyi kişiler büyük etki yaratabiliyorlar. Mesela Gandhi her zaman ilham vermektedir. Şiddet içermeyen bir direnişi başarmıştır.

Sokoloff un paylaştığı ‘Noel Ağaçları Projesi’, bunun çarpıcı bir örneğidir. Barışın kolay olmadığını rakamlardan, dünyanın üstünde durduğu etnik, dini, kültürel fay hatlarından anlayabiliyorum. Ancak bu beni hayaller kurmaktan alıkoymuyor. Çünkü bizi barışa sadece hayallerimiz taşıyabilir. Gerçek ve kültürel olarak yerleşmiş barış, yaşadığımız yeri yaşanmaya değer kılar, çocuklar için daha iyi bir hayat sunar.

Tükenen doğa kaynakları

Evrensel ahlaka katılmak, insanlık hakkında neyin en iyi olduğunu hatırlatmak, herkesin kullanacağı ahlaki bir pusula haline dönüşebilir… Küresel ahlak bizi küresel hukuka taşır. Adil bir hukuk da huzurlu bir barışa… Nükleer enerji tarafından üretilen, rüzgarımıza, suyumuza, toprağımıza işleyen ölümcül zehirler, doğmamış kuşaklarımızdan çalınmış doğa hakları, su ve gıda yoksulluğu, yeni savaşların habercisi… Barış için, gittikçe tükenen doğa kaynakları ve bir balon gibi şişen nüfus arasındaki dengeyi acilen kurmak zorundayız.

Bu nedenle; Sokoloff ve benzerlerinin liderliğini yaptığı ‘Ecobags’ gibi ekolojik projelere ihtiyacımız her zamankinden daha fazla. Silahlara ayırdığımız paraları cehalet, yoksulluk ve hastalıkla mücadele için ayırdığımızda; yaratıcılığımızı, kültürlerimizdeki şiddet kodlannı dönüştürmek için kullandığımızda insanlık için daha iyi şeyler yapabileceğiz. Sözcükler büyülüdür. Bazen tek bir sloganla her şeyi değiştirebiliriz. Eşine şiddet uygulayan birine, bir zamanlar onu ne kadar sevdiğini hatırlattığımızda ne kadar çok şey değiştirilebilir.

Tanrı adına öldürüp, banşmak ilk değil ama son olması için hala bir şansımız var. Irk adına öldürüp banşmak ilk değil ama son olması için hala bir şansımız var. Savaş ortak acılarsa, banş ortak mutluluk vaat ediyor. Reddetmek için deli olmamız gerek!

Hepimiz geçiciyiz

Hepimiz bu küçük gezegenin sakinleriyiz, dünyanın neresinde olursak olalım temelde aynı insanız. Hepimiz mutluluğu arıyor ve acılarımızdan kurtulmak istiyoruz. Aynı ihtiyaçlar ve aynı kaygıları taşıyoruz. En önemlisi hepimiz geçiciyiz. Siyasetçi çoğu zaman en iyi projesi için bile halkı ikna edemeyebiliyor. Ama reklamcılar bizi; dünyanın en kötü malının, en mükemmel mal olduğuna ikna edebildiklerine göre, sanırım barış görüşmeleri koltuklarımızı reklamcılara bırakmak iyi olacak…

söz söylemek isteyenlere açık bir platform. Kadın cinayetlerinden siyasi değerlendirmelere, iklim değişiminden sinemaya, kent sorunlarından nükleere, çevre sorunlarından popüler kültür eleştirisine, Ortadoğu politikalarından dünya siyasetine, işçi sorunlarından sağlığa, insan haklarından çocuk haklarına, hasta haklarından eğitim sistemine, yargı sorunundan Kürt sorununun çözümüne kadar hayatı ilgilendiren her konudaki yazılarınızı, 6 bin karakteri geçmemek kaydıyla gönderebilirsiniz.

Şafak PAVEY

CHP İstanbul Milletvekili

 

“Barışa oturan taraflar arasında güven kurulamadığında (ki en zoru bu), barış yeni bir çatışma olarak sürüyor. Oysa içtenlikle ararsak; barışın nasıl oluşturulabileceğine dair reçeteler var. Yolsuzluğun azalması, eğitimin kalitesi ve oranı, refah düzeyi ve barış sürecinin şeffaf yürütülmesi, barışı gerçek kılıyor.”

 

ALEVİ AVCILIĞINA SON VERİLMELİ’

$
0
0

Bugün Gazetesi / 07.11.2011

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), hükümetin Alevi açılımlanyla ilgili rapor hazırladı. Rapor, CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin, Genel Başkan Yardımcıları Şafak Pavey ve Sezgin Tannkulu ile CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı tarafından İstanbul’da basın toplantısı ile açıklandı. 10 maddelik raporu okuyan CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey, ‘Aleviler özellikle ‘Saray’daki Sultan’ tarafından meydanlarda hedef gösterildi. Aleviler’in yaşam alanlarına müdahale edilmezse çakma açılımlar yapmaya da gerek kalmayacak” dedi.
ÖZÜR DİLENMELİ
Pavey raporun içeriği ile ilgili şu bilgileri verdi: “Temel hak ve özgürlük taleplerinden önce Aleviler’in en temel sorunu can güvenliğidir. Hükümetin ve kimi din eğitimi verenlerin; ‘Mum söndü yapıyorlar’ gibi sözler için özür dilemeleri gerekiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, bütçesinin sadece Sünni kesime aktarılması, diğer farklı inanç topluluklarının aleyhine kullanılması, Alevilerin asimilasyonunu hızlandırmaktadır. Cemevlerinin ibadethane mi, kültür evi mi olup olmadığını tanımlamak hükümetin ya da devletin resmi kurumu Diyanet’in haddi değildir. Kamu kurumlarında din ve mezhep fişlemelerine, Alevi avcılığına son verilmeli.”
 
safak alevi konuşma

Aleviler ve Alevi İnancı İle İlgili Açılımın On Şartı

Dinler ve inançlar gelenek tarafından sürdürülür ve korunur. Hiçbir inanç resmi otoriteye ne olup olmadığını kanıtlamakla yükümlü değildir. Hiçbir inanç; o inancın sahibi olmayanlarca tanımlanamaz.

Nice medeniyetlerden süzülüp buluştuğumuz topraklarımızda, egemen mezhebin kendisine tehlike gördüğü inancı kontrol etmek, kendisine benzetmek ve içinde eritmek niyetiyle yaptığı her türlü samimiyetsiz hile ve kurnazlık yeni çatışmaları beslemekten başka bir fayda getirmez.

Oysa inançların; uzun kanlı geçmişlerinden sonra insanlık için en hayırlı yorumu; ahlaki bir rehberlik olarak takip edilmeleridir. Aksinde ısrar etmek yeryüzünü bir kez daha din referanslı kan gölüne çevirmek olur.

Katı doğmalardan beslenen anlayış sonucu; Alevilik ve Aleviler her zaman aşağılanan, dışlanan, hor görülen ve saldırıya uğrayan bir inanç oldu. Ancak bu sosyal durum AKP iktidarı ile birlikte meşru ve resmi bir ortak uygulamaya döndü. Alevileri sürekli yönetimden dışladı. Aleviler sistematik bir biçimde kamu kurumlarında dışlamanın yanısıra kamusal alan ve ortak kullanım mekânlarında da dışlanmıştır. Özellikle ‘Saray’daki Sultan’ tarafından meydanlarda hedef gösterildi. Bu dışlama ve hedef gösterilmenin yarattığı toplumsal yaraların onarılması, öfkelerin yatıştırılması için bir an önce yol almak zorundayız.

Aleviler “ıslah” edilmeleri gereken bir topluluk değillerdir. Alevileri Sünni anlayış içinde eritme politikasına son verilmelidir. Aleviliğin tanımlanmaya değil, inandıkları gibi yaşamaya, hakarete, baskıya, katle uğramadan yaşamaya ihtiyacı vardır.

Alevilerin yaşam alanlarına müdahale edilmezse çakma açılımlar yapmaya da gerek kalmayacak. Konu bu kadar basit… Ana Muhalefet Partisi olarak; toplumsal birlikteliğin sağlanması, sosyal barış için acil önerilerimizi kamuoyunun dikkatine sunuyoruz:

1- Temel hak ve özgürlük taleplerinden önce Alevilerin en temel sorunu can güvenliğidir. En küçük bir gerginlikte Alevi evleri işaretleniyorsa, Alevilerin yoğunlukta yaşadığı mahalle veya semtler kendilerine “talimat verilen polis” tarafında TOMA’lar eşliğinde gaz bombaları ile nefes alınamaz hale getiriliyorsa ve hükümet buna karşı hiçbir yasal takibat yapmıyorsa durum gerçekten vahimdir. Alevilerin can güvenliğini büyük risk altında tutan anlayışa karşı; hükümet ve TBMM’de gurubu bulunan bütün partilerin ortaklığıyla sosyal kampanyalar ve çalışmalar için ilk adımlar hızla atılmalıdır.

2- Hükümetin ve kimi din eğitimi verenlerin; “Biliyorsunuz o Alevi,” “Malum mezhep”, “Mezhebini söyleyemiyor ,” “Mahkemenin hâkimi Alevi,” “Cemevleri ‘terör yuvası” , ““Aleviler abdestsizdir, yemekleri yenilmez”,” “Alevilik sapık bir mezhep. Mum söndü yapıyorlar. “ gibi kışkırtıcı kin söylemlerinden vazgeçip, bir daha tekrarlanmaması şartı ile özür dilemeleri gerekiyor. Aksi halde, siyasetin üst koltuklarından gelen nefret söylemi, takipçileri tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan bir önyargı olarak yayılıyor.. .

İçine doğdukları ırk ya da inanç hakaret sözcüğü olarak kullanılan ve çoğunluk algısında yadırganmayan diğer tüm topluluklarla birlikte Alevileri de hedef alan nefret suçları, yasal yaptırımlara bağlanmalıdır.

3- Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin, sadece Sünni kesime aktarılması, diğer farklı inanç toplulukların aleyhine kullanılması, Alevilerin asimilasyonunu hızlandırmaktadır. Camilerin su, elektrik ve benzer kamu harcamalarını karşılayan Diyanet, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak diğer hiçbir inancın benzer harcamalarını karşılamamaktadır.

Hükümet; Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle yüz bini aşkın cami üstünden toplumun inanç algısını kontrol etmekte; yönlendirmektedir. Bu hiçbir modern demokraside benzerine rastlanmayan muazzam ve niyete göre çok tehlikeli bir güçtür. Diyanete ayrılan bütçe, Alevilerin kurumları dâhil diğer bütün inançlarla eşit oranda paylaştırılmalıdır.

4-Cemevlerinin, ibadethane mi, kültür evi mi olup olmadığını tanımlamak hükümetin ya da devletin resmi kurumu Diyanetin haddi değildir. Cemevleri yüzlerce yıllık baskı, katliam ve yasaklamalara rağmen sadece inananlarının sadakati ile günümüze ulaşmış bir ibadethane ve aynı zamanda “sivil bir inanç birlikteliğinin ” mekânsal imkânıdır. Cemevlerinin özgür ve güven içinde varlığını sağlamak, tıpkı diğer inançlarda olduğu gibi devletin asli görevidir.

Pozitif hukukta ibadet yerlerinin hukuki statüsü düzenlenirken çeşitli tanımlar kullanılmaktadır. Günümüz hukukunda kasıtlı yorumları önleyecek bir anlayışı getirmek için ülkemizde bulunan bütün dinler ve inançlar dikkate alınarak; sadece “İbadet Yeri veya hanesi,” kavramının kullanılması yasal karışıklığa son verecektir. Her inanca devlet nezdinde eşit tanınma ve eşit muamele görme hakkı kazandıracaktır

5- “Aleviler; “Kimdir”,“Alevilik Nedir?” sorusuna hükümet tarafından kabul görecek bir yanıt vermeye zorlanmakta, ilahiyatçılar ve siyasetçiler soruyu Aleviler yerine yanıtlama konusunda yarışmaktadır. Devlet; inancı tanımlamaya, kendi kalıbına sokmaya müdahale ederse, o inancın mensuplarını kontrol altında tutan bir baskı yönetimine dönüşür. İçinde bulunduğumuz yönetimde Alevilerin ve diğer egemen inançtan olmayanların başına gelen de budur.

Hükümet; Aleviliği siyasal amaçları çerçevesinde yeniden tanımlama; inşa etme; uluslararası topluluğa vitrin süsü olarak hazırlama girişimlerine son vermelidir.

Bir inancın; başka bir inancı tanımlama ve ibadet pratiklerini belirleme konusunda yetkili merci olması kabul edilemez.

6- Kamu kurumlarında din ve mezhep fişlemelerine, Alevi avcılığına son verilmeli, diğer ayrıştırılan topluluklarla birlikte pozitif ayrımcılıktan yararlandırılmalıdırlar. Kamuda; Alevi çalışanların “temizlenmesi”ne ilişkin uygulamalar geri alınmalı, iddialar şeffaf bir şekilde araştırılıp, sonuçları kamuoyuna ulaştırılmalıdır. TRT’nin ya da THY gibi dev kamu kurumlarının tekçi yapısı Alevilerin uğradığı dışlanmayı perçinlemektedir.

Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kaldırılmalı, Nüfus Hizmetleri Kanununun 7/e fıkrası ve buna bağlı olarak 35/2 fıkrası kaldırılmalıdır. Aleviler, güvenlik kurumlarının sakıncalı fişlemesinden çıkarılmalıdırlar.

7- İnanç; siyasi bir toplum mühendisliği meselesi değil gönüllülük esasına dayalı bir seçimdir. Eğitim sisteminde uygulanan bağnaz mezhepçi yaklaşım sadece Alevi çocuklarını değil, daha az(!) Sünni, ya da inançsız öğrencileri bile asimile etmektedir. İmam Hatip’e dönüştürülen okullar, bilim formasyonundan çıkmış, Sünni eğitim kurumları haline gelmişlerdir. Her sözleşmesini imzaladığımız ve bağlayıcı olan AİHM kararları yeniden hatırlanarak; zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Eğitimde farlılıkların gözetildiği bir yaklaşım esas alınmalıdır.

82 Anayasası’nda yer alan düzenleme yerine 1961 Anayasası’nın 19. maddesinde yer alan; “Din eğitimi ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanuni temsilcilerinin isteğine bağlıdır” düzenlemesine uygun seçmeli din dersleri getirilmelidir.

Bu nedenle; Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12. maddesinde yer alan “zorunlu” ibaresi yasadan çıkarılmalıdır. Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’nün 09.07.1990 tarih ve 1 karar sayılı kararında belirtilen yaklaşımlar terk edilmelidir.

8- Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bazı semtler kentsel dönüşüm bahanesi kullanılarak dağıtılıyor. Ve sürekli polis kontrolü altında tutuluyor. Örnek olarak Tuzluçayır, Armutlu, Gazi, Sarıgazi, Okmeydanı vb. Bu semtlerde yaşayanların da bu toprakların yurttaşı olduğu hatırlanmalı ve üstlerindeki ayrımcı devlet baskı ve şiddeti sona erdirilmelidir. Hükümet, kentsel dönüşümü Alevi inanç mensuplarını dağıtmak ve eritmek için bahane kullanmadığına ikna edecek samimi kanıtlar ve değişiklikler sunmalıdır. Alevi köylerine ya da Alevilerin yoğun yaşadığı semtlere zorla ve sistematik bir biçimde cami yapılmasına son verilmelidir.

9- Alevi toplumunun kutsal mekânlarından biri olan, Elmalı Tekke Köyü’ndeki Abdal Musa türbesinin yanında taş ocağı ruhsatı verilmesi (mahkeme kararı ile iptal edildi sonunda), Munzur vadisinde yapılması planlanan barajlarla, Heslerle, diğer kutsal mekân ve ziyaretlerin yok edilecek olması, ibadet özgürlüklerine saldırıdır. Alevilerin kutsal mekânlarına yönelik yağma ve yıkımlara son verilmelidir.

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Alevi toplumunun kült merkezidir. Alevlerin kendileri için kutsal olan bir mekanı ziyaret ederken ücret karşılığında giriş yapmaları kabul edilemez. Dergâhın asıl sahipleri Alevi toplumudur ve kendilerine teslim edilmelidir. Keza, Karacaahmet ve Şahkulu gibi, ancak kira karşılığı kullanılabilen dergâhlar da Alevilere verilmelidir.

10- Eşit yurttaşlık ilkesi, yurttaşların dili, dini, inancı, cinsiyeti ve ırkı nedeniyle ayrımcılığa maruz bırakılmaksızın hakta ve özgürlükte eşit kabul edilmesini ifade eder.   İnsanlığın ortak tarihi, eşitliğin, anayasal güvenceye alınmasının bu hedefe ulaşmak için yeterli olmadığını gösteren örneklerle doludur.

Ülkemizde eşit yurttaşlığın gözetilmemesi nedeniyle; ayrımcılığa maruz kalan toplulukların içinde Aleviler de yer almaktadır. Alevilerin temel sorunları, toplumsal yaşamın, diğer inanç gruplarıyla eşit olanaklara sahip olarak yaşamalarına -imkân bırakmayacak şekilde örgütlenmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Çözüm; Alevilere ‘AZINLIK STATÜSÜ” verilmesi değil, ‘İNANÇ’ haklarının tanınmasıdır. Yasalar önünde düzenlenecek eşitliğin sosyal hayatta uygulanır olmasını sağlamaktır.

Bu bağlamda Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme ile Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nda bulunan çekinceler kaldırılmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CHP’DEN ZEYTİN FİDANLI PROTESTO

$
0
0
10.11.2014
Milliyet – Kenan TUNÇ
 
safak zeytin agacı eylemi
Soma’nm Yırca köyünde termik santral inşaatı için 6 bin zeytin ağacının kesilmesini protesto eden CHP, santrali yapan Kolin Şirket Grubunun Levent’teki merkezinin önüne zeytin fidanı dikti. CHP Gençlik Kollan’nm dün Kolin Şirketler Grubu binasının önünde düzenlediği eyleme, CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey, İstanbul milletvekilleri Aykut Erdoğdu ve Kadir Gökmen Öğüt ile İtalyan Yeşiller Partisi Genel Başkanı Angelo Bonelli de destek verdi. Zeytin ağacının kutsal olduğunu belirten Pavey, “Yırca köyündeki cesur köylülerimizin yalnız olmadığını hatırlatmak için buradayız. Dün köy muhtarı Mustafa Akın ‘Eskiden 500 kişiydik şimdi 500 bin kişiyiz’ dedi. Ne 500 bini, bütün İstanbul sizinle. İstanbul’dan Artvin’e kadar her yerde köylülerimiz ve doğamızı korumak için direnişimiz devam edecek. Kolin İnşaat yüzünden 6 bin ağaç katledildi. Aynı zamanda gariban köylüleri dövdüler. Bu ülkede 10 milyon insan zeytinden ve zeytincilikten ekmeğini kazanıyor. Dünya piyasalarında zeytin altın değerinde görülüyor. Biz elimizdeki nimetleri kaybetmek, betona çevirmek için elimizden geleni yapıyoruz. Hükümet bu anlamda hiçbir şeyden geri kalmıyor” dedi.
safak zeytin agacı eylemi 2
İstanbul İstanbul’daki eyleme CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey de katıldı.

Secularist of the Year awarded to Turkish MP, Safak Pavey

$
0
0
29 Mar 2014
National Secular Society
 

Türkçesi için buraya tıklayın: Sekülerizm Ödül Töreni Konuşması

Click here to view the embedded video.

 

Turkish MP and human rights campaigner, Safak Pavey, has won this year’s award for Secularist of the Year.

She was presented with the £5,000 Irwin Prize by honorary associate and shadow foreign office minister, Kerry McCarthy MP, at a lunch-time event hosted by the National Secular Society on Saturday.

Safak Pavey is a member of Turkey’s main opposition party and sits for the Istanbul constituency. She is known for her international work in human rights, the promotion of the rights of women and minorities in Turkey, as well as humanitarian aid and peace-building.

She was also the first disabled woman elected to the Turkish parliament and, in 2012, was awarded a Woman of Courage Award by the White House for her efforts to raise awareness of the plight of those with disabilities in countries where resources are limited.

safak- sociel society

Safak has spoken out about the need for secularism in Turkey, a country where there are religious tests for civil servants and job applicants, no evolution on school syllabuses, segregation by gender in schools and universities, and 90,000 mosques being used as propaganda centres for the government. She has also worked for an improvement in the protection of the rights of women, against a backdrop of one out of three marriages involving child brides, honour killings having increased 14 times in the past seven years and a Prime Minister, Recep Tayyip Erdogan, who has said that he does not think men and women are equal. Freedom of expression is another deeply threatened right in Turkey, where youtube and twitter were banned in the midst of a corruption scandal involving high government officials, and where infamously last year, pianist and composer Fazil Say was handed a suspended 10-month prison sentence for “insulting Islam”. Turkey ranks 154th amongst 180 countries on the World Press Freedom Index.

Terry Sanderson, president of the National Secular Society, said: “Safak Pavey is an extraordinary woman right at the centre of an enormous upheaval in Middle Eastern politics. After receiving her award she rushed back to Turkey for the regional elections that are taking place this weekend. These elections will be a significant indicator of which way the mood of Turkey is turning.

“Prime Minister Erdogan is showing a worrying authoritarian streak and recently tried to deflect criticism by attempting to ban Twitter. He has closed down TV channels that are critical of him and has jailed more journalists than anyone else in the world. He is leading his country inexorably towards becoming an Islamic state, putting in peril the secular constitution initiated by Kemal Ataturk in 1921.

“But not only is Safak at the centre of this titanic struggle between secularism and authoritarian religion, she is always looking to the rights and needs of others.

We are very proud to be able to honour her with this award.”

Also honoured at the award ceremony were two nominees, Chris Moos and Abhishek Phadnis, both students from the London School of Economics who have, in the past year, challenged their own university and Universities UK over important and fundamental issues such as free speech and gender segregation.

Other nominees included Nick Cohen, Jem Henderson, Gita Sahgal, and Dan Snow.

Orjinal sayfa: http://www.secularism.org.uk/news/2014/03/secularist-of-the-year-awarded-to-turkish-mp-safak-pavey

CHP: Alevi faith should be recognized by gov’t

$
0
0
07. 11. 2014 / TODAY’S ZAMAN / ISTANBUL
CHP Deputy Chairs Şafak Pavey (L), Gürsel Tekin and Sezgin Tanrıkulu (not seen in the picture) held a press conference on Friday. (Photo: DHA)

CHP Deputy Chairs Şafak Pavey (L), Gürsel Tekin and Sezgin Tanrıkulu (not seen in the picture) held a press conference on Friday. (Photo: DHA)

The main opposition Republican People’s Party (CHP) has prepared a 10-point report about Alevis suggesting that should they be granted more rights, such as formal recognition of their faith, and that these rights should be ensured by the Constitution.

CHP Deputy Chairs Şafak Pavey, Gürsel Tekin and Sezgin Tanrıkulu held a press conference on Friday, with Pavey sharing the contents of the comprehensive report with the press. Criticizing the government’s former initiatives to improve the rights of Alevis as “insufficient,” Pavey said the Alevi faith should be recognized, in contrast to the government’s steps to grant Alevis minority status.

Stressing that Alevis have always been excluded, attacked and faced with pressure stemming from strict societal dogmas, Pavey stated: “However, this social reality has turned into an official and legitimate practice by the Justice and Development Party [AK Party]. Alevis have been routinely excluded from the administration, and they have been targeted by the sultan in the palace [referring to President Recep Tayyip Erdoğan].”

Stressing that ahead of their demands for fundamental rights and freedoms, the priority of Alevis is the establishment of a safe atmosphere, Pavey noted that members of the ruling party have systematically defamed and targeted Alevis by saying things like “You know he/she is Alevi [referring to political opponents],” “Cemevis [Alevi houses of worship] are home to terror” and “Alevism is a twisted sect.” Pavey maintained that the government should abandon such a distorted point of view.

Calling on the government to apologize to all Alevis for using such discriminatory language, Pavey emphasized the need to put an end to all profiling initiatives and steps by government-controlled institutions that aim to assimilate them.

Continuing her criticism of the government for allegedly attempting to empty out neighborhoods where Alevis are densely populated under the guise of urban transformation, Pavey said: “Initiatives to demolish places recognized as holy by Alevis, like the Abdal Musa shrine in Elmalı’s Tekke village, and granting a permit to operate a stone quarry next to the shrine, should be stopped.”

“Similarly, the initiative to construct a dam in Munzur Valley and the destruction of their holy places is another example of the assault on Alevis. The principle of equal citizenship requires equality on the basis of religion, language, ethnicity and gender,” she further commented.

 

http://www.todayszaman.com/newsDetail.action;jsessionid=KiUmcLyMN1SBqTevknsyqmG-?newsId=363848&columnistId=0

 

VeerStichting 2014 | Bevrijd van Zekerheid |Şafak Pavey

$
0
0
9 Oct 2014

“İn the Middle East, we need secularism more than anywhere else”

Click here to view the embedded video.

Şafak PAVEY

Şafak Pavey (1976) is een Turkse diplomaat, columniste en politica. Ze is sinds 2012 parlementariër in het Turkse parlement, de ‘Turkish Grand National Assembly’, voor de seculiere CHP-partij. Vanuit deze positie voert zij oppositie tegen de regering van premier Erdogan.  Şafak werd als eerste gehandicapte vrouw ooit verkozen tot het Turkse parlement. In 2012 kreeg Şafak Pavey van het U.S. Department of State  de International Women of Courage Award uitgereikt door Hilary Clinton en Michelle Obama. Op het symposium heeft zij onder andere gesproken over hoe de rechtszekerheden in Turkije onder druk komen te staan door de steeds strenge sociale normen in de hedendaagse Turkse samenleving.

http://www.veerstichting.nl/nl/programma-onderdeel/safak-pavey/

Türkiye Kalite Derneği – Kalder ve Tüsiad İşbirliği ile 23. Kalite Kongresi Konuşması

$
0
0
18 Kasım 2014, İstanbul
 
En kısa konuşan siyasetçi olduğuma dair teminat verdiğim için; sizi uyutmayacağımdan emin olabilirsiniz.İçinde yaşadığımız ülke, bütün sorunların buluştuğu karmaşık bir meydan gibi.

Bu meydanda kadına karşı şiddet; istihdamda, sosyal hayatta uğradığı ayrımcılık; ne isterseniz var.

Aslında, kötümser bir açılış yapmak istemem ama konumuz kadın hakları olunca, toplumun profiline dikey bir neşter vurmadan konunun ciddiyetini anlayamayacağımıza inanıyorum.

Modern toplumlar kadın sorununu torunlarına bırakmadılar. Örneğin eğitimde; cinsiyetçi geçmişe baktığımızda çok yol alındığını görüyoruz. Cambridge, Oxford ya da Harvard gibi birinci lig üniversiteler kurulduklarında, büyük ölçüde “erkekler tarafından, erkekler için” tasarlanmıştı. Sorunları çözmek için, kültür değişikliği yapmak gerekiyordu. Gelenek dönüşümüyle gurur verici adımlar atıldı. Bugün bu üniversiteler erkek geçmişlerinden özür dileyip insanlık geleceğine uzandılar.

Agora filmini izleyeniniz oldu mu hiç? Sorunlarımızın 1500 yıl öncesinden bütün cevapları var.. Hypothia, İskenderiyeli kadın matematikçi… Dini bağnazlar tarafından parçalanarak öldürülüyor. Büyük kütüphane yağmalanıp yakılıyor. Çağdaşlığın dini bir propaganda ile nasıl yok edilebileceğini kadın üzerinden anlatan daha muazzam bir hayat hikâyesi yok. Eğer matematik dehası Hypothia ve kuramları yok edilmeseydi, bugün insanlık 1500 yıl daha ilerde olacaktı. Ve kadınlar da.. Çünkü kadın ancak çağdaşlıkla güçlendiğinde eşit cins olabiliyor. Hiçbir medeniyet farklı bir yolunu bulamamış henüz. 

1- İlk soru şuydu: “Kadın ülkemizde  insan olarak  haklarını  erkekler ile eşit kullanabiliyor mu? Türkiye’de neler eksik, sorun nereden kaynaklanıyor?
Cevabı Finlandiya ile Katar arasındaki farkta yatıyor.

Kişi başına düşen milli geliri 80,000 dolar olan Katar’ın; neden milli geliri 50,000 dolar olan Finlandiya’nın yanında esemesinin okunmadığında yatıyor.

Kendi toplumumuza ki yerimize bakarsak;

  • Kadınların neredeyse yarısı şiddete maruz kalıyor.
  • Eşi veya eski eşi tarafından şiddete maruz kalan kadınların oranı %39.
  • Varoşlarda bu oran %97’lere çıkıyor.
  • Aile şiddetinin eş şiddetinden geri kalır yanı yok.
  • Yaşadıkları fiziksel şiddeti kimseye anlatamayan kadınların oranı %48,5.
  • Güvenlik güçleri dâhil hiçbir kuruluşa başvurmayanların oranı %92.

“Kadın kocasına her zaman için itaat etmeli” diyen kadınlarımızın oranı yüzde 59.

Bu oran bazı bölgelerde yüzde 71’e kadar çıkıyor. Şiddete uğrayan kadın; bu şiddetin hayatın bir parçası olduğunu düşünüyorsa, karşımızdaki düşman aldığı gelenek öğretisidir. Açmazımızın bu olduğunu sanıyorum:

Hep aynı panellerde hep aynı konuyu binlerce kez konuşup sonuç alamıyorsak,

bizi yönetenin bu sorunu çözmek istemediğini de anlamak zorundayız. Siyasetçi; kadının bu itaatinden sultanlık zirvesine bir destek görüyorsa neden geleneği değiştirsin ki! Uluslararası itibar için ise elbette makyaj gerekiyor. Buna rafta duran kanunlar ve uluslararası sözleşmeler diyoruz…

2- Bu ikinci soruyu da yanıtlıyor bir şekilde…“Kadın ülkemizde siyasette neden yer almıyor? Yer almalı mı, ne yapmak gerek?”

 Kadın çağdaş refah toplumunun sağladığı kültürel güç içinde değilse, siyasette tıpkı raf kanunları gibi kozmetik olarak yer alır. O halde kadının siyasette yer alıp almamasından ziyade; kadının siyasette olmasının bir lüks olarak sunulmadığı refah ve bilgi düzeyine ulaşmayı sağlamak gerekiyor.

Kadın matematikte varsa, siyasette doğal olarak olur, kadın bilimde varsa siyasette doğal olarak olur.

Tek cevabı budur, diğer cevaplar sadece meseleye kafa yoruyormuşuz havası vermek içindir…

Simdi bilimdeki yerimize bakalım;

Bilimdeki yerimiz:

65 OECD ülkesi içinde, eğitim kalitesi yönünden;

— Matematikte 44’ncü,

— Okuduğunu anlama ve anlatmada 42’nci,

— Fen’de 43’ncüyüz.

  • 2014 Ocak ayında üniversiteye girebilmek için 2 milyon 7 bin 69 öğrenci üniversite giriş sınavına başvurdu.
  • 518 bin civarında aday barajı geçemedi.
  • Her yıl liselerden 730 bin; 143 üniversiteden 430 bin genç mezun oluyor.
  • Her sene yüz binlerce mezun yaratan sistemde genç nüfusun neredeyse beste biri işsiz.
  • Resmi rakamlara göre Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 19.

Rakamlar “Kendimizi Gerçekten’ tanımak için her zaman sağlam ipucu verirler:

Nüfusumuz ve Ürettiğimiz Değerler:

-2013 nüfus sayımına göre 76 milyon 667 bin 864 kişilik bir ülkeyiz.

-31 milyon 357 bin kişi 30 yaş altı gencimiz ve çocuğumuz var.

-Nüfusumuzun 38 milyon 194 bin 504 kişisi kadın. Bu sayının yarısı 30 yaş altı..

Sıradan bir karşılaştırmalı ihracat örneği verelim;

  • Her yıl 432 ton demir satıp, 1 ton ilaç alıyoruz.
  • 582 tır un satıp, 1 tır ilaç alıyoruz.
  • 2088 tır krom cevheri satıp, 1 tır aşı alıyoruz.
  • 25 tır mermer satıp 1 adet tomografi cihazı alıyoruz.
  • 670 tır demir satıp, 1 tır cep telefonu alıyoruz
  • 2612 tır çimento satıp 1 tır bilgisayar alıyoruz.

Bilimle yakınlığımız olmadığı için; bize bahşedilmiş yer altı zenginliğimizi satıp, sağlık ve teknoloji satın alıyoruz. Ürettiğimiz değere göre çok ama çok kalabalık bir ülkeyiz.

Hollanda bizden yüzölçümü olarak yirmi beş kat; nüfus olarak beş kat daha küçük.

Avuç içi kadar Hollanda’nın sadece çiçek ihracatı bizden 27 kat fazla..

Kuşakların hayat kalitesi değil, dindar ve kalabalık olması değerli oluyor.

Çünkü kaliteli yaşam değil; kalabalık olmak iktidar sağlıyor.

Bizim gibi toplumlarda, yönetenlerin dini zırhları varsa, sefahatleri de hak olarak kabul ediliyor. Sefalet ve safahatın birlikte yükselmesi, dini sadakat sürdürüldükçe sorun olarak görülmüyor.

İnanılmaz büyüklükte ve kalifiye edilmemiş mesleksiz bir genç nüfusumuz var.

Eğitim kalitemiz düşük ve eğitime neredeyse hiç para harcamıyoruz.

Genç İşsizliği’ne bakalım:

  • Ailelerde eğitime harcanan hane bütçesi yüzde 2.
  • Umut kaynağı olması gereken üniversite, hiçbir anlam ifade etmiyor.
  • Sosyal tarihimizde ilk kez eğitimli nüfusta işsizlik oranı %29,3 olup;
  • bu oran lise ve dengi meslek okul mezunu gençlerde %20,2 oldu.
  • Yükseköğretim mezunu genç erkeklerin işsizlik oranı %23,4 iken,
  • Genç kadınlarda bu oran %34,4’e yükseliyor….

Bu kadar bilim ve meslek eksikliği nasıl bir sosyolojik tabloya yol açıyor?

Sosyolojik yerimize bakarsak:

  • Türkiye’de yaşayan her 10 kişiden sadece biri insanlara güvenebileceğini düşünüyor.
  • Ailelerde kültüre harcanan hane bütçesi % 3
  • 1990’dan 2011’e Türkiye muhafazakârlık oranı %3 artıp % 63’e ulaştı.

 Eğitim sistemimizden toplumsal yapılanmamıza dek kendi insanına güvensizlik, takım halinde çalışamamak, ezbercilik, tutuculuk gibi özellikler baskın çıkıyor.

Dinin esas anlamının, ahlaki bir rehberlik olduğuna değil, dini kuralları çevremizdekilere uygulatmak olduğuna inanıyoruz.

Bundan ötürü herkes kimin namaz kılıp kılmadığıyla, içki içip içmediğiyle ilgili..

Bütün bunların kadın haklarıyla ilgisi ne? Çünkü sağcı, muhafazakâr bakış, katı cinsiyetçi yaklaşımı besliyor.

Siyaset kadınlara yüksek dozda ahlak politikasıyla ulaşıyor. Çoğunluğu göreve çağırıyor.

Ahlak deyince, yolsuzluk, hile, vergi kaçırma, başkasına kötülük etme, olmayan linç hikâyelerini uydurma, topluma en temel konularda yalan söyleme anlaşılmıyor ne yazık ki!

Ahlak deyince anlaşılan tek şey, kadın davranışlarını kontrol etmek; ucu kahkahadan başlayıp, kısa etek giymeye kadar uzanıyor…

Evrensel ahlak çıtasıyla bizimki arasında muazzam bir fark var.

Bu yapı kadının sosyal durumunu en altlara çekiyor.

– Ailelerin erkekleri kızlardan önde tutan geleneksel önyargıları;

– Ailelerin kızlarının bir an önce iffetini koruyarak kocaya verilmesini eğitimden daha önemli görmesi;

– Başarılı kadın rol modellerinin ideolojik olarak saldırıya uğraması bu sosyal yapıyı kalıcı kılıyor.

3- Son sorumuz şuydu: “Kadınlar fırsatları ve haklarını kullanmada ve yönetime katılmada yeterince istekli ve mücadeleci mi, neler yapmaları gerek ?”

Son olarak dünyadaki yerimize bakalım:

Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu tarafından yayınlanan 2013 Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde, 136 ülke arasında 120. sırada yer almıştır.

Dünyanın en saygın Tıp Akademilerinden biri olan, Berlin Üniversite Hastanesi akademisyeni Dr. Meryem Ocak,

yaptığı bir çalışmada göçmen Türk kızlar için en kötü şeyin, fahişe olarak damgalanmak olduğunu saptamıştı.

Bu damgalanma anavatanda da kadınların; eşitsizliğe, yoksulluğa, işsizliğe ve krize karşı durumlarını belirleyen en önemli etkendir;

1- Kadınların, toplumsal yaşamda kendisini ifade etmekte erkek baskınlığı nedeniyle gönüllü olarak geride kalmayı seçmeleri..

2- Kalifiye olmamak, meslek ve iş programlarına tabi tutulmadığı için ucuz iş gücü olarak kullanılmak,

3- Yasalar karşısında eşit olsa bile bu eşitliği kültür olarak algılamakta zorlanmak,

kadını kendi hakları için mücadele konusunda isteksiz ve pasif kılmaktadır.

Kadını baskı altında tutan gelenek ve önyargılara karşı; siyasetçiye getireceği oyları umursamadan çağdaş ve bilgi toplumu inşa etmek için kolları sıvamak gerekiyor.

Ancak muhafazakâr siyaset bunu başaramaz. Dünyanın hiçbir yerinde başaramamış.

Kız ve erkeğin daha anaokulundan itibaren ayrı oturtulduğu bir dünya görüşü bu eşitsizliği gelecek yüzyıllara taşımaktan ve kadın özgürlüğünü ertelemekten başka işe yaramaz.

Çoğunluk benzemek üstünedir,

azınlık benzememek üzerine.

Klasik bir söylemdir ama tekrarlamakta fayda var;

dünyayı hep azınlık olanlar değiştirmiştir.

Bunu modern siyasetin yapabileceğini hayal ediyorum.

Eski bağnaz gelenekleri ve eski otoriter siyasi mekanizmayı allayıp pullayıp yeniden satan çıkarcı siyasete karşı;

Çağdaş dünyanın bir parçası olduğumuzu hissettiren ve

“bize güvenenlerin aynı zamanda bu güvenden büyük değer hissedecekleri”

bir performans yaratmaktan söz ediyorum.

Kanaatime göre, kadınları baskı altına alan, geleneksel kadın rollerini tekrarlayarak sunan, kadınların talepleri için harekete geçmesini, birleşmesini, örgütlenmesini, kendi ayakları üzerinde durmasını engellemeye çalışan

her türlü akım ve anlayışla mücadele etmezsek torunlarımız da kadın sorunları konuşuyor olacaklar.

Sunumumda kullandığım bazı rakamlar için Utku Kaynar’a teşekkür ediyorum.

Sabrınız için teşekkürlerimle…

Şafak Pavey

Dünya Engelli İnsan Hakları Günü Mesajı

$
0
0
03 Aralık 2014
 

Click here to view the embedded video.

Birleşmiş Milletler Engelli İnsan Hakları Sözleşmesini ilk imzalayan ülkelerden biri olmasına rağmen Türkiye; sözleşmede taahhüt ettiği sosyal ayrımcılık tanımını tanımayıp, engelliliği kontrol altında tuttuğu heyetlerin, tıbbi tanımlamasının insafına bırakmış durumda.

Engelliler engelli olduklarını kanıtlamak için çok zor süreçlerden geçiyorlar. Pek çoğu hükümetin engelli raporu ihlallerine takıldığı için; yasayla belirlenmiş haklarına asla ulaşamıyorlar. Mutlak ihtiyaçları olan engelli teçhizatını alamıyorlar. Vergisiz araç alamıyorlar.

38 yıl önce yürürlüğe giren 2022 sayılı yasa ile engelli ve yaşlıya verilen maaş hakkı 2013 yılında sosyal yardıma havale edilip, bu desteğin alınabilmesi için sadece engellinin değil akrabalarının da açlık sınırının altında yaşaması şartı getirilmiştir. Engellilerin evde bakımı için bile akrabalarının da açlık sınırının altında yaşaması koşulu aranmaktadır. Oysa engelli hayatı zaten oldukça pahalıdır. Değil açlık sınırı orta halli bir aile için bile pek çok tahmin edilememiş ihtiyacı zorunlu kılmaktadır. Bu mantık sadaka ve lütuf kültürünün güçlendirilmesidir.

Ailelerin bizler ölürsek çocuklarımıza kimler bakacak kaygısı sosyal devlet güvencesi altına alınmamıştır. Eğitim de, Engelli bireyler için ulaşılamaz, dostlar alışverişte görsün mantığı ile geçiştirilmiş bir sorundur. Engelli bireylerin %65’i okuryazar değildir. Engelli bireylerin sadece %7’si lise eğitimini, %2’si ise üniversite eğitimini tamamlayabilmektedir. Mekan eksiklikleri ve mesafeleri, izolasyon, teknik donanım ve materyal eksikliği dünyanın en yoksul ülkeleri ile aynı seviyededir Sağlıkta sürekli değiştirilen ve her hakkı kısıtlayan yönetmeliklerle engelli bireylerin sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri her geçen gün zorlaşmıştır. SGK kar etsin anlayışı ile sağlık hakkını tarumar eden düzenleme, hekimle hasta arasına duvar örmektedir. Muadil ilaçlarla, katkı paylarıyla ve rapor almak için günlerce, aylarca süren randevu sırasıyla sağlık hakkı bir lütufa dönmüş durumdadır. Genel Sağlık Sigortası felaketi, bireyleri sağlık hakkına kavuşturmak yerine borçlar altında ezilen yeni yoksullar haline dönüştürmüştür. Beton soygununun bir yaşam biçimi haline gelmesiyle; erişilebilirlik bir hak değil, adeta lüks bir talep gibi algılanmaya başlanmıştır.

Engelliler temel haklarını elde edebilmek için hayırseverlerin vicdanına terk ediliyorlar. Sosyal devlet sistemi, partizan ayrımcılık için kullanılıyor. İstihdamda ve haklarda engellilerle engelsizler arasında ayrımcılık yapıldığı gibi; engelliler arasında da siyasi tercihe göre dehşetengiz bir ayrımcılık yapılıyor. Engelsiz bir dünya yaratmanın mümkün olduğunu biliyorum. Bunu başarmış toplumları gıptayla görüyorum. Hükümetin engellileri ve ailelerini küçük sadakalarla endişeli oy depoları haline getiren politikası değişmeden engelli sorunlarının çözülmesi mümkün değildir.

Başarmamız için gereken siyasi anlayış değişikliğini sağlamak için, tüm vatandaşlarımızı, eşit hayat hakkı mücadelemize destek olmaya davet ediyorum.

Saygıyla

Şafak Pavey

İstanbul Milletvekili

Bizi yok ederseniz, ne kalacak?

$
0
0
BirGÜN – 15 Aralık Perşembe
 
Şafak PAVEY
http://birgun.net/news/view/bizi-yok-ederseniz-ne-kalacak/10340
 

O bekledikleri zaman asla gelmeyecek. Dogmatik beyinleriyle  bir türlü anlamadıkları, onları değerli kılan tek özellikleri bizim varlığımız. Yok olursak, siyasal İslamcılara geride ne kalacak? Kuzey Kore’nin Vahabi modeli

safak-pavey - birgün - düzeltme

AKP iktidara yeryüzünde hiçbir iktidara nasip olmayan bir talih zinciri ile geldi. AKP’nin adını kopyaladığı Cezayir İslamcı hareketi geride çoğu öğretmen 400 bin sivil ceset bırakmış, Batı dünyası küresel İslam’ın artık çok hafif sayılabilecek ön şokunu Kuzey Afrika’da yaşamıştı. Garip bir ironi ile AKP, FIS’ten Taliban’a, ABD’den AB’ye, İslam Hanedanlarından Çeçen savaşçılara kadar birbirine düşmanların oybirliğiyle desteklediği Altın çağı yakalamıştı.

Birbirine düşmanların ortak kudret vermekte bu kadar ortak gönüllü olduğu sihir neydi?

İslamcı örgütler kendi davalarından doğan bu iktidarla en büyük rüya olan İstanbul’un ‘kâfirden’ geri alınacağını düşlüyorlardı.

İslamcı hanedanlar, AKP üstünden kendi diktatörlüklerini uluslararası kamuoyunda meşru kılma hedefi kadar, aynı zamanda radikal İslam örgütlerinin İstanbul rüyasını da paylaşıyorlardı.

11 Eylül, İspanya, Londra bombalamalarından sonra Batı, kendi topraklarında doğmuş cihadçı vatandaşlarının rüyasını, “Batılı karakteri baskın”  Müslüman bir Türkiye’nin etkileyeceği bir modelle normale çekebileceğini düşündü.  Avrupa kamuoyunun ekonomiden sonraki en büyük endişesi olan göçmen sorununda, entegre olmayan radikal İslamcı nüfusları Türkiye eliyle ıslah etmeyi hayal ediyorlardı.

O kadar ümitliydiler ki; İspanya medeniyetler ittifakı projesine ihtişamlı bir başlangıçla balıklama daldı. Amacın reform değil, üstünlük kanıtlama olduğunu anladığında, dünya kamuoyuna tek açıklama yapmadan ittifaktan çekildi. O buluşmayı, dikkate almadıkları bir ayrıntının sağladığını unutmuşlardı. Medeniyetler ittifakı; Türkiye modernleşmesinin (eksiklikleri de olsa) bir hediyesiydi.

NEFRETİ KÖRÜKLEDİLER

AKP kendisine benzeri görülmemiş bir cömertlikte sunulan uluslararası gücü ülke içinde yenilmezlik için kullandı. Bir yandan da her sorun için Batı’yı suçlayarak modern hayata karşı muazzam bir nefreti körükledi.

İslamcılar güçlerini göstermekte inanılmaz ‘mütevazı’, ihtişam kullanmakta ise inanılmaz bencildirler.

Davalarına tökezlemeden ulaşmak için yurtiçinde ve dışında mağdur, her an ‘derin güçler’ tarafından devrilecekmiş gibi bir izlenim verdiler.

Yeniden yazdıkları propaganda tarihiyle kendi iktidarlarını 2002’den başlatıyorlar ama 80 darbesinden bu yana hep iktidardaydılar. Kara propaganda o kadar bağımlılık yarattı ki; yıllık bütçe görüşmelerinde bile bütçeyi bir önceki seneye göre değil 2002’ye göre karşılaştırmayı senelerdir sürdürüyorlar.

Oysa, hükümetin ağır topları 80 darbesinin bizzat yandaşı ve parçası olarak görev almışlardı. Refah-Yol iktidarı sırasında yürütülen akıl almaz faili meçhullerin iktidar parçasıydılar. Modernleşmeyi bir suç gibi ana muhalefet partisine yükleyip (cami yıktılar, dilimizi unutturdular gibi ithamlar ile) kendi kanlı miraslarından hiçbir şekilde söz etmediler.

Muazzam propaganda güçleriyle bütün iktidar dönemlerini unutturdular ve adeta bir seçim sabahı ikballe ilk kez tanışmışlar gibi yaptılar.

Ülke içinde ve dışında bunun böyle olmadığını bilenler ses çıkarmadılar, çıkaranların da sesleri duyulmadı.

İkbalden pay almak için herkes kolları sıvamıştı. ABD, Avrupa, Suudlar, Katar, Ortadoğu sokakları eksiksiz herkes…

CAMİLER AKP’YE ÇALIŞTI

Askeri yönetim dönemleri dahil, ülke tarihinde hiçbir iktidarın başaramadığı propaganda ağlarının maliyeti, benzer rejimlerden çok daha şanslı olarak sıfırdı. Ülkede olan yüz bin cami, sayısı bilinmeyen dini yapı AKP örgütü olarak çalıştı, çalışıyor. Buna gizli katı Sünni eğitim de eklenince kontrol ettikleri kitlenin sayısal gücü ürkütücü boyutlara ulaştı.

Bu bile onlara yetmedi. Spor ve yemek kanalları da dahil olmak üzere her gün saatlerce, 49 ulusal ve 100’ün üstünde yerel kanalda canlı ve tekrar yer alan Erdoğan- Davutoğlu propaganda konuşmaları da eklenince, erişemedikleri ve etkilemedikleri inziva kalmadı.

Sapkın pornografiye taş çıkaran; “Şehrin göbeğinde çıplak, zincirli punkların türbanlı kadına işemesi”, “Camide içki içip sevişmek” , “Gezicilerin kedi kesip kanını içmesi” gibi kara propaganda yalanlarının kamuda yer bulması, ulaşılan hastalık seviyesini göstermeye yetiyordu. Bunun sonucu olarak gençlerin dövülerek ve vurularak öldürülmesi bile AKP destekçilerinin en küçük bir azap duymasını sağlamadı. Kara propaganda tamamen düzmece çıktığında özür bile dilemeyi gerekli görmediler. “Ne de olsa ölenler Alevi mezhebindendiler”!
Kamuoyuna “’Üzerine işenen türbanlı kadının’ yakından tanıdığı bir  ailenin gelini olduğunu ve olaydan duyduğu infiali nasıl bastıracağını bilemediğini” söyleyen Davutoğlu, uluslararası kamuoyuna tam tersini; “Gezi’den onur duyduğunu” söyleyecekti.

İslamcıların oynadığı ikiyüzlü oyunun en iyi örneği Davutoğlu’nun kendisidir. Kendi beyan ettiği gibi Batı değerleri veren eğitimden nefret eder ama Batılı eğitimin verdiği saygınlık ve imkânlar ile bir kimlik edinmiştir. Türkiye’nin en elit ailelerinden birinin üyesidir. Hatta sahip oldukları göz önüne alınınca ‘elit’ nitelendirmesi bile yetersiz kalabilir.  Ne demek istediğimi merak edenler tek bir akşam Huqqa’nın önünde gözlem yapsalar anlayacaklardır. Ama AKP alt orta sınıf seviyesinde bir hayatla yetinen CHP topluluğunu mütemadiyen ‘seçkincilikle’ suçlar.

Pan-İslamist davalarına sonradan uyarladıkları Osmanlıcılık, siyasal İslamcı politikalarının sihirli örtüsüdür. En basit ifadesiyle Osmanlıcı olsaydılar, bürokratları saraylardaki Osmanlı eserlerini hurda diye satarlar mıydı?

Kafalarında tarih, Vahabi ideolojide donmuştur. Davutoğlu’nun sıkça “akademisyen yanım” sözcüğü ile başladığı her cümle Cumhuriyet öncesi hayata duyduğu büyük özlem ve bu davanın rövanşını almaktaki muazzam kararlılığı ile sürer.

Hukukun çökmesinde AKP’yi suçlamak çok yersiz olur. Siyasal İslam modern hukuku kabul etmediğini açıkça beyan ediyor. Burada acınacak olan bunlardan modern hukuk ümit eden kullanışlı iyimserlerdir. Modern hukuk siyasal Islamcılar  için düşman cezalandırma aracı olarak elverişli oldu. Aksi halde bunca yolsuzluk dosyasından hiç değilse biri sonuçlanabilirdi. Ya da insan haysiyetini yerle bir eden yandaş tetikçilerin hiç değilse biri tazminata mahkûm olabilirlerdi.

EĞİTİM SÜNNİLEŞTİRİLİYOR

Ülkenin eğitim sistemini kendi deyimleriyle; “Ne kadar dindar yetiştirirlerse o kadar kurdukları rejimi güvence altında tutacaklarını” bildikleri için eğitimi hızla Sünnileştiriyorlar. Hangi hüviyetle eğitim sistemine karıştığı sorumuza asla cevap vermedikleri Bilal Erdoğan’ın; “İmam hatip olmayan okullardan mezun olanların ilerde kurdukları sisteme tehdit olmaması için haftalık kırk saatlik ders programının 11 saati Kuran dersi olmalı ve gizli imam hatipler olmalıdır” talimatı uygulamaya konuldu. Yine paralel milli eğitim bakanı Bilal Erdoğan’ın deyimi ile 2002’de 70 bin olan imam hatip öğrencisi bir milyon olmuştur.

Diyanet bütçesi henüz açıklandı. Davutoğlu’nun gürültülü Alevi açılımlarına  rağmen Alevi ya da başka inançlara ayrılmış tek kuruş yok.

DİN DERSİ YETMEDİ

Okullarda kızlı erkekli mecburi karma eğitime son verilmesini, ayrı binalarda olan ama aynı kampüste yer alan üniversite yurtlarının tamamen kız ve erkek olarak birbirinden çok uzak yerlere taşınmasını, çok tuhaf bir gerekçe ile açıkladılar.   “Karşı cinse duyulan ilgiden kaynaklanan güvenlik sorunlarının minimum seviyeye indirilmesi”  saçmalığıyla..

İlkokulun dördüncü sınıftan itibaren halen zorunlu din dersleri okutulması AKP’ye yetmezdi, yetmedi.

Zorunlu din derslerinin ilkokul birinci sınıftan başlatılması;

Anaokulunda İslami hayat tarzı eğitimi;

Osmanlıcanın zorunlu ders haline getirilmesi;

Sadece bizde ve resmi olarak “Kutlu Doğum Haftası’nın” okullarda zorunlu kutlanması;

Turizm meslek liselerinden “alkollü içki ve kokteyl hazırlama” dersinin çıkarılması, bunların ‘yeni Türkiye’ diye allayıp pullayarak sattıkları ‘İslam Ortaçağı’dır’.

Doğa katliamlarından;

Sadece iki yıl öncesine göre yoksulluğun 7 milyon kişi artmasından,

2002’de dünya 16’ncısı olduğumuz zengin ile fakir arasındaki uçurum sıramızın dünya ikinciliğine yükselmesinden;

Eğitimli genç işsizliğinin yüzde 25’lere ulaşmasından;

Üniversite, devlet memurluğu ve akademik sınav sorularının taraftarlarına dağıtılmasından;

Buna rağmen bile içinde oldukları vasıfsızlıktan ötürü cevapları ellerine verilmiş sınavları geçemeyenlerin kayırmacı atanmalarından söz etmeyeceğim.

Ülke içinde radikal İslamlaşma açıkça ve hızla yayılırken, Batı’nın AKP tutkusu sona ermedi. AKP’nin ve özellikle Erdoğan’ın kendi kamuoylarına izah edemeyecekleri potlarını kapatmayı, ona destek ve güç vermeyi politikaları haline getirdiler.  Kendi ülkelerinde asla kabul edemeyecekleri uygulamaları bizde hevesle alkışladılar.

Bunu niye yaptıklarını biliyorum. IŞİD’le savaşması için AKP’nin tatmin olmaz egosunu okşuyorlar ama IŞİD’in aslında AKP ideolojisinin bir parçası olduğunu ve birbirlerine olan sadakati görmezden geliyorlar. Tam da bu nedenle AKP yarattığı bu güce güvenerek toplumu bu kadar pervasız ve zorla dönüştürüyor.

ORTA SINIF GÖÇ EDECEK

Bu kaygıyla boğulan ufak tefek bütçeli orta sınıf sığınabildiği ülkelere göç edecek. Bir kısmı şimdiden sessizce gitti zaten. Şehvetle dindar ve kindar yapmaya çalıştıkları gençliğin çoğu da Yemen’e değil Avrupa’ya göçme fırsatları arıyor.

Fakat en büyük dava hedefleri olan; “Bizim yok olmamız” gerçekleştiğinde onları Yemen’den değerli kılan ne kalacak? Bu yok edişin küresel sonuçlarını nasıl taşıyacaklar?

Bir daha kim onlardan İslam reformu umarak doyumsuz egolarını okşayacak? Yokluğumuzun, Batılı politika belirleyicilerin tahmin ettiğinden çok daha geniş küresel etkileri olacağını biliyoruz.

Ortaçağ hayat dayatmasından nefes alamayacak hale bile gelsek, sonuna kadar modern değerlere bağlı kalabilmek için mücadele edeceğiz.

Kendileri de bunu bildikleri için; “Bunları kullanıp zamanı gelince atacağız” tesellisiyle zar zor tahammül ettikleri seçkinci beyazları pahalı bedeller karşılığında şimdilik vitrinde tutuyorlar.

Ama o bekledikleri zaman asla gelmeyecek. Dogmatik beyinleriyle  bir türlü anlamadıkları; onları değerli kılan tek özellikleri bizim varlığımız.

Yok olursak, Siyasal İslamcılara geride ne kalacak? Kuzey Kore’nin Vahabi modeli…

 

 

Sosyal Demokrasi Kültürü ile Yaşamak

$
0
0

Sosyal Demokrat Dergisi  / Şafak Pavey

14 Ocak 2015

safak-pavey-1

Oscar ödüllü Helen Miller, sadece İngiltere’nin değil uluslararası topluluğun çok saygın yıldızlarından biri. Çok iyi para kazanıyor. Ama günlük hayatında sıra dışı markaları, ultra lüks arabaları göremezsiniz. Onun bakışını ondan dinleyelim: “Bir yere seyahat edeceğim zaman banyo eşyalarım dışında yanıma pek bir şey almam. Uçaktan iner inmez doğruca Oxfam ya da benzeri bir ikinci el mağazasına gidip, kendime uygun kullanılmış birkaç giysi, ayakkabı ve çanta alırım. Seyahat tamamlandığında aldıklarımı yeniden bir ikinci el dükkanına bırakırım. Hem az yük taşımış oluyor, hem STK ve çevre hareketlerine katkıda bulunduğumu hissediyorum.“

Sosyal demokrasi birey kültürünün, sosyal demokrat ülke kültürünü belirlediği en mükemmel örneklerden biri olan Norveç’e, güzel kaya dantelleri ile işlenmiş küçük kuzey ülkesine bakarsak Helen Miller bakışına benzer bir tablo göreceğiz.

Norveç; çevreci petrol ülkesi…

Norveç, sosyal demokrasinin sunduğu ve yerleştirdiği eşitlikçi politikaların mükemmel örneğidir. Bizim ülkemizde hiç değeri olmayan bir dünya görüşü, kuzeyde bir refah mutluluğu üretmiştir. Yüksek güven duygusu, sosyal ve ekonomik refahın mimarıdır. Norveç’te simsiyah camları ile görgüsüz hayaletler taşıyan lüks araçlar, ünlü mağazaların veya ünlü gece kulüplerinin önünde kuyruklar göremezsiniz. Zenginliğin, toplumun asaletini bozmayacağına sağlam bir örnektir bu küçük Nordik ülke.

Birkaç yıl önce Baltık doğal kaynaklarının olağanüstü petrol ve doğal gaz geliriyle zenginleşen bu ülkede misafirdim. Norveçli bir yayıncı arkadaşım sohbet ederken, “Şu andan emekli maaşım muhtemelen yükselmiştir,” diye bir espri yaptı. Önce anlamadım; fakat öğrenince bir hayranlık ıslığı çalmamak için kendimi zor tuttum.

Sonsuz petrol yataklarına sahip Ortadoğu ülkeleri, dev petrol gelirlerini akıl almaz saçmalıklara harcarlar ve vatandaşlarını en kalitesiz hayatlara layık görürken; Norveç, bu doğal serveti dev bir devlet tasarruf fonuna yatırıyor. 800 milyar dolarlık bu fon, tüm dünyadaki tahvillerin %1’inin de sahibi ve her Norveç vatandaşını son derece zengin kılan bir yatırım. Fonun sıkı sıkıya uygulanan kurallarına göre, fondan arda kalan paranın sadece %4’ü kamu projelerinde kullanılabiliyor veya harcanabiliyor. Hatta verilere göre %4’ten bile az harcıyorlar, son derece matematik bakışlı oldukları için…*

Araştırmalara göre Norveç dünyanın en mutlu ülkelerinden biri. İran ise dünyanın en zengin petrol ve doğal gaz yataklarına sahip ikinci ülkesi, ama halkı yoksulluktan kırılıyor. Dünyanın en mutsuz ülkeleri arasında… Üstelik Norveç, petrolü Ortadoğu gibi kolayca çıkarmadı. Petrolü uzun bir sürede ve pahalı yüksek bir teknoloji ile elde ettiler. Şimdi petrol teknolojisini de dünyaya satıyor.

Norveç nasıl oluyor da ihtişam ve saltanat tuzağına kapılmıyor? Bu büyük zenginlikle mesela başbakana ya da kraliçeye dünyanın en pahalı uçağını almak, milli parkı tarumar edip, yerine görmemişin sarayını yapmak dururken, bu gözü tokluk neden?

Norveç’in, petrol gelirlerini safahat için savurmayıp her vatandaşını kapsayan bir emeklilik tasarrufuna yönelmesinin altında mükemmel bir güven duygusu yatıyor. Mükemmel bir kalite için önce mükemmel bir güven gerekiyor. Yönetenlerin parayı kötü ve şaibeyle yönetmeyeceklerine dair ortak toplumsal bir güven..

Başkalarının kendi paylarına düşeni yapacağına inanırsanız, siz de memnunlukla kendi payınıza düşeni yaparsınız. Toplum zengin olmayı değil geleceği düşündüğünde aslında bugününü imar ediyor; ve eğitimin değerini hiç ihmal etmediğinde.., Çocuk öğrenmeye giderken evine en yakın okula veya havuza en az riskle yürüyerek gidebildiğinde, arkadaşlarıyla yarışarak hasım duygusu değil, kendi yeteneklerinin fark edildiği dostluk duygusuyla tanıştığında başka bir insan üretiyorsunuz.

Üstelik Norveç krallık.., Ortak güven duygusunun zerresi ile tanışmamış ülkemiz ise, teorik olarak, parlamenter demokrasi ile yönetiliyor. Söylerken bile mizahi gelmiş olmalı. Bundan ötürü ben, nasıl yönetileceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, nasıl eğitileceğimizi, hayat kalitemizi demokrasiden çok kültürün belirlediğine inananlardanım. Demokrasi kelimesinin her harfinin sonuna kadar tüketilip, bir siyasi manevra alanı olarak kullanıldığı kültürümüzde hesap vermenin, şeffaflığın kendimizi kandırmak için araçlaştığını düşünüyorum. Peş peşe yaşadığımız siyasi krizler beni haklı çıkarıyor.

Ortadoğu’da demokrasi kültürü…

Siyasi yapıda aynı kavramlardan, farklı içerik yaratmak bu yüzyıla özgü bir olgu… Sorunlara Batı kültüründen alınarak uygulanan çözümler, içine girdiği kültür tarafından bambaşka bir içeriğe dönüştürülüyor.

Günümüz ABD’si dünyaya herkes için demokrasiyi teklif ettiğinden bu yana ortalık hiç olmadığı kadar kan revan içinde. Herkes için demokrasi çok sihirli bir başlık, ama beklenen sonucu vermiyor. Sunulan yönetim bilgisi, anlamını koruyamıyor. Kumun cama dönüşmesi kadar tuhaf bir değişimle; içine girdiği kültür tarafından ilk haline hiç benzemeyen yeni bir elbiseyle karşımıza çıkıyor.
Bizim de dahil olduğumuz Ortadoğu’da, işler hiç yoluna girmediği gibi, politikaya da yeniden Tanrı mesaj vermeye başladı. Ve demokrasimiz katılımcılık üstüne değil, Tanrı’nın verdiği rehberlik üstüne yerleşti. Tanrı adına konuşanlar çoğunluk tarafından tartışmasız kabul edildiler. Bu yetkiyi nasıl aldıklarına dair kanıt vermeye ihtiyaç duymadılar. Ama bu bize ortak huzur ve ortak refah getirmedi. Ilımlı İslam demokrasisine eşsiz bir örnek diye yere göğe konulamayan Türkiye bugün ağır bir sosyal parçalanmanın içinde cebelleşiyor. En tuhaf ironi de ılımlı İslam demokrasisine eşsiz örnek olarak gösterilmelerine neden olan Cumhuriyet modernleşmesini yıkmaları…

Batıda; sağ ya da sol partiler seçmeni; hayat kalitesini yükselterek vatandaş memnuniyetini güvence altına alacaklarına ikna ettiklerinde oyları değişir. Bizde ve Ortadoğu toplumlarında hayat kalitesinin oy verme tercihinde önceliği yoktur. AKP yoksul kitlelere yüksek dozda ahlak politikasıyla ulaşıyor. Çoğunluğu göreve çağırıyor. Bu da yoksulların sadakatini garanti altına alıyor. Oyu veren fakir kalsın, oyu alan safahattan boğulsun.

Bizim gibi toplumlarda, yönetenlerin dini zırhları varsa, sefahatleri de hak kabul ediliyor. Sefalet ve sefahatin birlikte yükselmesi, dini sadakat sürdürüldükçe sorun olarak görülmüyor. Gelecek kuşakların hayat kalitesi değil, dindar ve kalabalık olması değerli oluyor. Çünkü güçlü olmayı, kaliteli hayat değil kalabalık olmak getiriyor.

Burada doğa politikaları, sadece orta sınıf şehirliye hitap edebilen sivil toplum örgütlerinden başkasını ilgilendirmez. Vergi, toplumsal bir sözleşme yükümlülüğü olarak algılanmaz. Avrupa’da bütün siyasi hareketler tek karış doğa için kıyamet koparırlar. Bizde hükümet beton üstünden para ve ölüm üretiyor.

Hükümet büyük çoğunluk ile seçilmesinden gurur duyuyor. Çoğunluğun hassasiyetleri öne alındığında oylar çığ gibi büyür; ama oran ne olursa olsun, çoğunluğun her isteği kamusal emre dönüştürülemez. Çoğunluğun hatırı için temel hak ve özgürlüklerden vazgeçilemez. Ve en ilginci, temel hak ve hürriyetler olmadan ve toplum buna değer vermeden, kaliteli bir hayatı kurmak imkânsızdır.

Toplumu bu fani dünya için daha kaliteli bir hayatın değerli olduğuna ve bunu yapma yeteneğimiz bulunduğuna ikna etme çabası, mükemmelliği kültür değeri olarak kavramamızın emekleme adımlarıdır. En azından bunu başarsak ayağa hızla kalkacağımıza inancım tam. İyi eğitilen iyi çalışır. İyi çalışan özgürdür, keşfeder ve yaratır. Çalışan ve keşfeden saygı görür.

İyi yönetimi bulmanın yolu sadece bu kadar basit; çünkü iyi hayat, ihtişam içindeki savurganlık gösterişinden değil ikinci el elbise giyerek Oscar kazanmaktan geçiyor. Çünkü toplumun gözünde yaptığın işin kalitesi, giydiğin elbisenin fiyatından daha değerli oluyor.

Norveç fonlarına dair bilgilerini kullandığım gazeteci Sarah Treanor’a teşekkür ediyorum.

Şafak Pavey,
CHP İstanbul Milletvekili,
safak.pavey@tbmm.gov.tr


IŞİD’den hallice toplum istiyorlar

$
0
0
Türey Köse / Cumhuriyet
01 Şubat 2015
CHP Genel Başkan Yardımcısı Pavey, AKP rejimiyle ilgili kaygılarını anlattı: 
Haber görseli

CHP Genel Başkan Yardımcısı Şafak Pavey, “AKP’nin kuşak mühendisliğinden endişeli” olduğunu vurgularken orta sınıfların “çocuklarının geleceğini kurtarmak amacıyla, Tayyip Erdoğan’dan kaçmak için” ülkeyi terk etmeye başladığına dikkat çekiyor.

Pavey, BirGün gazetesinde geçen ay yayımlanan “Bizi yok ederseniz, ne kalacak?” başlıklı bir yazıda bazı kaygılarını dile getirirken “Yok olursak, siyasal İslamcılara geride ne kalacak? Kuzey Kore’nin Vahabi modeli” dedi. Pavey, Charlie Hebdo katliamının ardından Paris’teki yürüyüşe katıldı. Bu dergiden bir seçki yayımlayan Cumhuriyet’in tehdit edilmesine “Bu, aslında çok anlamlı bir metafor! Hem rejimi, hem de ifade özgürlüğünü birlikte hedefe koymak…” diye tepki gösteriyor. Pavey’le kaygıları ve ülkenin dışarıdan nasıl göründüğü üzerine konuştuk.

AB Uyum Komisyonu üyesi ve Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkan Yardımcısı olarak görev yapıyorsunuz. Batı ve Türkiye’de bazı liberaller bir dönem AKP’ye büyük bir kredi açmıştı. Artık AKP’ye bakış değişiyor mu?

Onları uluslararası toplumda kendilerinin bile şaşırdığı ölçüde değerli kılan, küresel radikal İslama karşı; yıkmaya çalıştıkları Mustafa Kemal’in cumhuriyeti nedeniyledir. Nitekim reformları maske olarak
kullandıkları dışarda anlaşılır anlaşılmaz uluslararası kredi çok azaldı ve giderek eriyor… Bunlardan önceki her yönetim Ortadoğu’nun bize bulaşmasını önleyen bir set kurmuştu. Yüzümüz modern
dünyaya dönüktü ve kendimizi çamurdan kurtarmıştık. Şimdi Ortadoğu sorunları Türkiye üstünden Batı’ya taşınıyor. Bu, modern dünyanın kaldırmayacağı bir durum. AKP’nin kendisine verilen eşi benzeri görülmemiş büyük krediyi çapsız bir mirasyedi gibi harcaması, ne yazık ki sadece onları değil ülkemizi güvenlik başta olmak üzere itibarsızlığa kadar bir dizi sıkıntıya soktu. Savaşlardan çok çekmiş bir toplumun kuşakları olarak, Cumhuriyetten bu yana özenle ilmek ilmek örülmüş sulh devleti imajımız yerle bir oldu. En vahimi Nijerya’ya silah yollamaları… Boko Haram’a mı yolladıklarını ben ve arkadaşlarım defalarca sorduk, cevap sessizlik. AB adayı ama Nijerya’ya silah yolluyor. Yarattığın canavar önce seni parçalar. Bakınız Somali…

Bir yandan IŞİD vahşeti, Paris saldırısı, öte yandan AKP iktidarının “İslamcı” karakterinin göstergelerinin giderek artması, sekülerliğin/laikliğin öneminin bazı kesimlerce daha iyi fark edilmesini sağlamaya mı başladı?

İslam coğrafyalarında laiklik bir masaldan ibaret… AKP de bu masalı ikiyüzlü bir oyunla tekrarlıyor. Kusurlarına rağmen tek laik İslam toplumu örneği Türkiye’ydi, onu da çökerttiler. Din ve mezhep kışkırtıcılığının ikna etme gücü ihtişamlı bir saltanat olarak geri dönüyorsa, fırsatçı, siyasetçi ne diye laiklik için emek versin ki? Kimsenin yeni fark ettiğini sanmıyorum. Ülke içinde gayet küstahlar, fark edilmemesi imkânsızdı. Onların niyetlerini fark etmemesine uğraştıkları tek güç ABD ve/veya Batı. AB’nin çok umurlarında olduğunu sanmıyorum. Bence bazı kesimler kendi yok oluşlarını hayli geç de olsa gördükleri için bunlarla yaptıkları ittifaktan vazgeçtiler. Ama ABD’nin siyasal İslam ve Türkiye hakkındaki bilgisizliği işlerin nereye gittiğini henüz yeterince anlayamamalarına yol açıyor. Bu bilgisizliğin kültürel tercümedeki uyumsuzluktan kaynaklandığını düşünüyorum.

AKP kendisinden olmayanı nefessiz bıraktı

Orta sınıfların göç ettiğini vurguluyorsunuz ve “Bizi yok ederseniz siyasal İslamcılara geride ne kalacak?” diyorsunuz. “Endişeli modern” misiniz?

Ben özgürlükçü, bilim ışığında eğitim ve modern değerler savunucusuyum. En başında da seküler eğitim fırsat ve imkânı geliyor. İnanılmaz uzun süre hazırlandıkları ve son derece kurnazca uyguladıkları kuşak mühendisliklerinden elbette endişeliyim ama gelecek onların olamaz. Aslında Kuzey Kore’nin Vahabi modeline en iyi örnek bizzat eski AKP’li bakanlardan Egemen Bağış’ın çocuğunu Londra’ya yollamasıdır. Çünkü o biliyor eğitim nereye gidiyor. Hadi, diyelim o seçkin… Daha trajik bir örnek vereyim, Almanya’dan gelen bir e-mail. 9 yaşında Almanya’da doğmuş bir öğrencinin yanına henüz Almanca bilmeyen 9 yaşında bir Türk çocuk oturtuluyor. Nereden geldin,
diye soruyor. “İstanbul’dan” cevabından sonra “Neden” diye soruyor. “Biz evimizi satıp Tayyip Erdoğan’dan kaçıp buraya geldik” karşılığını veriyor! Saygın bir yabancı gazeteci arkadaşım “Türkiye’de görevde olduğum sürece karşılaştığım her Türk istisnasız bana dışarda nasıl hayat kurabileceğini sordu” demişti. AKP kendisinden olmayan herkesi artık tümüyle nefessiz bıraktı.

“Kuzey Kore” benzetmenizin gerekçeleri neler?

Neden Yemen değil de Kuzey Kore oraya bakmalıyız. Yemen’de ya da İran’da halkın dünyanın kalanı ile aynı yüzyıl içinde yaşama eğilimi neredeyse yok denecek kadar zayıf. 1400 yıl öncesinde yaşamayı son derece önemli buluyorlar. Buna rağmen vize ya da kaçak gitme yolu bulunca Batı’ya büyük gruplar halinde gitmek eğilimi de çok güçlü. Ama Kuzey Kore’de durum çok daha farklı, kapıları açsanız bile iltica etmek isteyenlerin oranı son derece küçük. Çünkü onlar ülkenin dehşetengiz propaganda sağanağı altında ve 21.yüzyıl iletişiminden tamamen mahrumlar. Dünyanın kalanını da kendileri ile aynı şartlarda yaşıyor sanıyorlar. Çünkü toplumun beynini kontrol altında tutan siyasi propaganda tamamen böyle yürüyor. Bizde de bu model alıştırılarak uygulanıyor. Her gün ortalama 6 saat ve 20’nin üzerinde ulusal kanal, artı bir o kadar yerel kanal, yetmedi 100 bin cami, yetmedi bizim ne kadar olduğunu asla öğrenemeyeceğimiz dini propaganda evleri ve de üstüne okullar her gün beynimizi alıştırarak şekillendiriyor. Bir sonraki kuşak Kuzey Kore kuşağından farksız olacak. Paralel Milli Eğitim Bakanı Bilal Erdoğan’ın hayali bu ve AKP’nin özellikle Davutoğlu’nun rüyası bu. Böylece Erdoğan’ın karizmasını silip daha başarılı bir siyasal İslam önce yaşamak isteyenlere ispatlamak istiyor. IŞİD’den hallice bir toplum yaratıyorlar.

Ak-Saray’daki merdiven fotoğrafı ve bir AKP’li kadın milletvekilinin “reklam arası” mesajıyla somutlaşan Osmanlıcılık heveslerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu hanım Davutoğlu’nu ya da Cumhurbaşkanı’nı kızdırmak pahasına gerçek niyeti ifşa etmekte
kendisini tutamadı. Gerçi bunu ne kadar sadık olduğunu büyüklerine göstermek için yaptı. Ama
bilmediği, hem büyüklerinin böyle açıklamaları çok tedbirsiz ve zamansız buluyor oldukları; hem de harfi harfine İslami tarzda yaşamayan birinden gelen bu keskin açıklamaların sadece geçici olarak kullanışlı olacağı. Halihazırdaki görüntüsünün İslamcıları ikna etmeyeceği açıkça ortada. Bu canhıraş çabaya karşın milletvekili yapılmazsa ya da dindar lale ticareti elinden alınırsa çok acı çekecek.

AKP’nin Kadına Karşı Şiddeti Teşvik Paketleri

$
0
0

17 Şubat 2015

Kadına karşı artan barbarlık, büyük oranda AKP’nin paralel sosyal politikalarının sonucudur. AKP her alandaki ikiyüzlü ve algı politikasını; direnirken katledilmiş bir genç kızın üstünden yine sahneye koyuyor. “Kadına karşı şiddette payımız nedir?” diye düşüneceklerine, yine bir kadını Aylin Nazlıaka’yı hedef haline getiriyorlar. Yaptıkları, imzaladıkları bütün uluslararası sözleşmelere aykırıdır.

Ortada olması gereken bakan ortadan kaybolurken, Cumhurbaşkanının kızları ve Başbakanın eşi gösteriye çıktılar. Katili besleyen zihniyete savaş açmak yerine, “ölmüş kadınları teselli propagandasıyla” bu “nato mermer nato kafa” şiddeti önleyemez. Neden mi?

1-Kadınları pazarlarda alıp satan, kafeslerde dolaştıran, vahşi askerlerine seks kölesi olarak ikram eden, canlı bomba olarak kullanan IŞİD’i silahlandırmış, eğitmiş bir hükümet, nasıl kadına karşı şiddetle mücadelede samimi olur?

2-Siyasal İslam kendi gönüllüsüne istediği hayatı dayatmakta özgürdür. Ancak bu dayatma altında yaşamak istemeyen kadına da baskı politikası, bu hayata rızası olmayan kadına taciz ve şiddet olarak geri dönmektedir. Bakınız IŞİD..

3-İnançlar arasındaki en büyük çatışma kadına bakıştaki farklılıktan doğar. Mezhebe dayalı bir ahlak görüşünü egemen kılınca, bu mezhepten olmayana saldırı ve barbarlık meşrulaşıyor. Politika olarak karıştırılan günahla suç arasındaki algı temizlenip; günah ahirete suç fani dünyaya göre yeniden tanımlanmalıdır.

4-AKP’nin ileri gelenleri bir beyin yıkama ve sosyal mühendislik projesi olarak; bu ülkenin bütün yurttaşlarını kapsamayan bir dizi inancı ‘ahlaki değerler’ olarak pompalayınca, bu değerleri değil küresel değerleri kabul eden kadınları gözlerini kırpmadan potansiyel ve kronik olarak tehlikeye atmışlardır.

5-Siyasal İslam’ın doğasında olan kadın sorunu; yaygın kör fanatizm ve barbar şiddet, totaliter eğilim penceresinden, kadın özgürlüklerini reddetmek ve kadın haklarını merkeze koyan seküler yapıyı ‘kafir’ olarak sunmak birleşince bu dalga en aşağıdaki seçmen kitlesine kendi karısını kızını, kardeşini zapturapt altına almak; Aktrol linçinden öğrendiğimiz üzere “kafir kadınlara” tecavüz, parçalama, yakma, öldürme “meşru hak” olarak dönüyor.

6-Kadına sanatı, baleyi, şarkıyı, neşeyi, dans etmeyi, etek boyunu en üst siyasi seviyeden günah olarak ilan edip; erkek ve kız öğrencileri daha anaokulundan itibaren ayırıp ortak sosyal yaşama yabancılaştırmak; bunlara uymayan kadınlara karşı şiddeti suç algısından çıkarıp, sevap algısına taşıyor. Bu politikayı yanlış bulanlar da ahlaksızlığı teşvik edenler olarak, sistematik sosyal linçe uğratılıyorlar.

7-İşi kanunla çözermiş gibi yapmak, kanunları uyması gereken ortak kurallar olarak algılamayan toplumlarda sakinleştirici hap görevi görür. Kural üstünden ortak yaşama temeli yerine, mezhep üstünden itaat toplumu inşa etmek; ensesti, tacizi, tecavüzü, cinayeti teşvik edici bir algı oluşturmaktadır.

8-“İdam verelim, hadım edelim” gibi teklifler cezalandırma üstüne önerilerdir. Ayrıca imzaladıkları uluslararası insan hakları hukuku sözleşmelerine aykırıdır. Erkeğin kadına karşı vahşet zihniyetini değiştirmeyi hedeflememektedir. Nitekim bir insanı döverek öldürmenin cezası oldukça ağırdır ama Ali İsmail’i döverek öldüren kanun uygulayıcısı polisi de, diğer katilleri de kanunu çiğneme davranışında etkilememiştir.

9-İş kazalarında sürekli hayatlarını kaybeden işçilerimize iş güvenliği getirmemeyi; yolsuzluk yapanı en yüksek mevkilere taşımayı; kamu kaynaklarını tek mezhebin yandaşına göre dağıtmayı ahlaksızlık saymayıp; kadının başındaki örtüden bütün kadınların ahlakını tanımlayan; “Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır. “ anlayışını çıkaran ve sürdüren teşvik, kadınlar için en yüksek seviyede can güvenliği tehdidi taşımaktadır.

10- AKP’yi iktidar yapan ve iktidarlarını saltanat seviyesine çıkaran kefene sarılıp dolaşanları, mağaralarında güç bela zapt edilenleri koruyup, sonsuza kadar iktidar kalmaları için gelecek kuşakları şimdiden kadın erkek ayrımcılığı ile zehirleyen eğitim zihniyetinin ilk hedefi her zaman kadındır.

Bir daha uyarıyoruz. Kadın şiddetini cesaretlendiren, destekleyen, meşrulaştıran teşvik paketlerinizden vazgeçmek yerine, teselli politikalarınızı medyaya sürerek kadın şiddetine karşıymış algısı yaratmak nafile bir çabadır. Canınız gerçekten yandıysa önce kadınları atış poligonu hedefine koyan politikalarınızı acilen değiştirin.

 

Şafak Pavey

İstanbul Milletvekili

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GERÇEK GÜVENLİK MESELEMİZ

$
0
0

19 Şubat 2015

Ülkemiz büyük bir güvenlik riski altındadır.

Hükümet gerçek tehdit yerine; vatandaşlarımızı anayasal haklarına rağmen kontrol edeceği, fişleyeceği, hayatlarını cehenneme çevireceği bir baskı paketini güvenlik diye sunmaktadır. Diğer yandan uluslararası toplumun en büyük tehdit olarak kabul ettiği IŞID ve benzeri radikal canavarların yarattığı tehlikeyi gizlemektedir.

Ortadoğu tarihinin en karanlık dönemlerinden birinden geçiyoruz. Hükümet bu karanlığın bizzat planlayıcı ve uygulayıcı bir parçasıdır.

Müslüman Kardeşler zihniyetini yerleştirmek için sınırımızı vahşi çağların tortusu barbarlara teslim ettiler.

Bu felaket bize milyonlarca perişan sığınmacı, topraklarımızda cirit atan profesyonel katiller, çökmüş bir ticaret, çökmüş bir uluslararası itibar ve şüpheli bir NATO üyesi devlet olarak geri döndü. Bu sıcak tehlikeye ait cevap alamadığımız sorularımızdan bir derlemeyi ve uyarılarımızı kamuoyunun önünde tekrarlıyoruz:

1-Tekrar uygulamaya konulan “yeniden eğit donat “ ordusu Cihatçılar için taze kan sağlamaktan öteye geçmeyecektir. Hangi niyetle yanlıştan ders alınmamaktadır?

2-Hükümetin, Suriye’de uyguladığı planın parçası olarak son dört yıldır ülkemize taşınan çoğu Çeçen ve Libyalı 50 bin civarında profesyonel cihatçı Türkiye’ye yerleştirilmişlerdir. Bunlar nerelerde ikamet etmektedirler? Günlük yaşamları için gereken finansı nereden elde etmektedirler? Sıradan insanlar için korkunç bir tehlike olan bu cihatçılar, AKP için neyin güvencesidirler?

3-IŞİD, Kobani’den sürüldüğünde ağır silah ve mühimmatlarını, Türk İstihbaratı ve Ordusunun bilgisi ve yardımı altında topraklarımıza park etmiştir. IŞİD, hükümet tarafından nasıl bu kadar pervasızca desteklenmektedir?

4- Suriye’ye askeri müdahale için Reyhanlı’da kendi vatandaşlarımızı bombalayan IŞID militanları korunmuş, kaçırılmış, saldırıya ait izler yok edilmiş, yerine masum insanlar tutuklanmış, işkenceden geçirilmiş, halkımız tümüyle yanlış bilgilendirilmiş, bunlar yetmezmiş gibi üstüne bir siyasi istismar masalı uydurulmuştur. Zamanın başbakanı ve bakanları tarafından günlerce ulusal kanallarda beyin yıkama masalı olarak kullanılmıştır. Bu dehşetli oyun için ne zaman özür dilenecektir?

5- 27 Mart 2014’te başbakan, MİT Müsteşarı, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı ve Genelkurmay 2. Başkanının yaptıkları toplantıda “Gerekirse Türkiye’ye 8 füze attırır savaş gerekçesi üretirim. Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız. Yapacağımız iş direk savaş sebebi..” konuşması ortaya çıkmıştır. Hükümet, kendi toprağını bombalamayı amaçlayan bu plan hakkında hiçbir sorumuza hala cevap vermemiştir.

6- Aynı şekilde; 18 Mart 2014 tarihinde, THY yetkililerinden Mehmet Karakaş ile Cumhurbaşkanı danışmanı Mustafa Varank arasında THY aracılığı ile Türkiye’den Nijerya’ya silah sevkiyatı hakkında yapılan telefon görüşmesinde; “Onlarca malzeme taşıyorum, Nijerya’ya gidiyor şu anda. Müslümanları mı öldürecek Hıristiyanları mı öldürecek vebal altındayım” cümleleri kullanılmıştır. Hükümet hala bu silahların Boko Haram terör örgütüne mi ya da benzeri silahlı örgütlere mi gönderildiği ve kayıt dışı kaçak silah ve mühimmat mı olup olmadığı hakkında hiçbir sorumuza cevap vermemiştir. Nijerya’ya silahlar kim için, hangi kayıtlarla ve hangi Bakanlar Kurulu kararı ile yollanmıştır?

7-AKP küresel cihatçıların silahlandırılmaları, yerleştirilmeleri, tedavi edilmeleri, perişan gerçek sığınmacılar için ayrılmış fonlarla donatılmaları, topraklarımızda işledikleri suçlardan kurtarılmaları ile yetinmemiştir. Bizzat Türkiye vatandaşlarının da Cihat’a katılması için imkân ve kolaylıklar sağlamıştır. Bugünümüze ve geleceğimize karşı yarattıkları bu felaketle nasıl baş etmeyi düşünmektedirler?

8-MİT bu karanlık ordunun her ayrıntısına vakıftır. Her üyesinin; kaç yılında nereden gelip, nereye gittiğine, ölü mü sağ mı olduğuna, yaralanıp yaralanmadığına, hangi eylemlere hazırlanıldığına, hangi silah kullanımı için eğitildiğine, kaç seks kölesi aldığına varıncaya kadar bilmektedir. Hükümet, bunları potansiyel silahlı gücü olarak mı tutmaktadır? Ülkemizdeki herkesin mezhebe göre fişlendiği göz önüne alınırsa, bu canilerin muhtemel hedefi hükümetin onaylamadığı inanç ve mezhep sahipleri midir?

9-IŞİD, Irak ve Suriye topraklarında 4 binin üstünde Türkmen, Arap, Kürt, Yezidi kadını seks kölesi olarak tutmaktadır. Yaşlı ve engelli kadınları savaş artığı sayıp, ailelerinin gözünün önünde yakarak, keserek ya da taşlayarak öldürmekte, engelli çocukları intihar bombacısı olarak kullanmaktadır. AKP, kendi kontrolündeki bu örgütün akıl almaz vahşetine neden sadece seyircidir?

Başımızdaki, içimizdeki ve sınırımızdaki güvenlik felaketi budur. Hükümet güvenliğimizle gerçekten ilgileniyorsa, hepimizin selameti için radikal teröre IŞİD’e karşı hazırlayacağı güvenlik paketini bekliyoruz. Vatandaşlarımıza karşı olanı değil!

Kamuoyuna saygılarımızla duyurulur.

 

Atilla Kart, Ali Özgündüz, Hasan Akgöl, Mehmet Şeker, Mevlut Dudu,

Osman Korutürk, Refik Eryılmaz, Şafak Pavey

 

 

 

Şafak Pavey…

$
0
0
6 Mart 2015
Sözcü Gazetesi

http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/bekir-coskun/safak-pavey-763199/

Bekir Coşkun

 

Onu uzaktaki masadan izlemiştim o gece…
İstanbul’da bir müzikli restoranda uzaktan göz göze selamlaşmıştık…
Hepimiz yeni olmuş o lanet kazayı biliyorduk, olmamış gibi yapıyorduk… Ama en çok o “olmamış” sayıyordu…
Müzik bittiğinde tek eliyle masanın kenarına vurarak alkışladı müzisyenleri…
Yürekleri titreten en etkili alkış onunkiydi…
İstanbul duydu sanki…
Gidip sarılmak istedim…

*

Aradan yıllar geçti, bu sefer milletvekili olmuş, TBMM kürsüsünden konuşuyordu…
Tek ayağı ile herkesten çok koşuşturuyor, tek eli ile herkesten çok açıyordu kollarını insanlara…
O gün kürsüden yaptığı konuşma tarihe geçti…
Cumhuriyet kadınlarının, umudunu yitirmemiş bir temsilcisi, giderek basan karanlık karşısında çığlık atıyordu aslında…
Birbirini satan asker erkekler…
Birbirini ihbar eden bürokrat erkekler…
Birbirini gammazlayan yazar, çizer, aydın erkekler…
Birbirinden beter; sinen, tüyen, yanaşan, yamanan, dönek erkekler, Türkiye’nin başına kurşun sıkılmasını seyrederken, bir kadın “aydın sorumluluğu” dersi veriyordu erkeklere, TBMM kürsüsünden…

*

Söylüyordu ve söylediklerini yapıyordu…
Gaz fişeklerinin, silahların, bombaların patladığı gündü…
Polisin götürmek istediği bir çocuğu, kalan tek eliyle bırakmak istemediğinde ve onunla birlikte sürüklendiğinde…. Milletvekili gibi değil, bebeklerini korumak isteyen bir anne kırlangıç gibi açmıştı ağzını…
Zaman zaman duyduğunuz çığlık…
O çığlıktır…

*

Birkaç gün önce gazetelerde haber vardı:
“Şafak Pavey, başka zeminlerde mücadeleye devam edecek, milletvekilliğini bıraktı…”
Yine; dört seçim kaybedip ülkeyi karanlığa mahkum eden erkekler, kırmızı koltuklara yapışmış, birbirleri ile itişirken…
Henüz 39 yaşında “Gençlerin önünü açmamız lazım” diyerek…
Ona sarılmak istedim…

Şafak Pavey’den BirGün aracılığıyla vekilliğe veda

$
0
0

4 Mart 2014

Birgün Gazetesi

http://www.birgun.net/news/view/birgun-araciligiyla-paveyden-vekillige-veda/14528

 

CHP’li Şafak Pavey, vekilliğe veda mesajını BirGün aracılığıyla yayımladı. Pavey mesajında “Aynı mücadeleye ve ideallerimi kovalamaya milletvekili olmadan devam etmeye kararlıyım” dedi.

Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Şafak Pavey, BirGün gazetesi aracılığı ile bir mesaj yayımlayarak milletvekilliğine veda ettiğini açıkladı. Pavey, Türkiye’nin geleceğine dair mücadelesini parlamento dışında sürdürmek istediğini belirtti. Siyaseti bir kariyer olarak görmediğini belirten Pavey, “Aynı mücadeleye ve ideallerimi kovalamaya milletvekili olmadan devam etmeye kararlıyım” dedi.

Pavey’in açıklamasının tam metni şöyle: “Siyasete başladığım gün seçmenimize, siyaseti bir kariyer olarak sürdürmeyeceğimi açıklamıştım. Sorumluluklarımı en yüksek enerji ve çaba ile yerine getirmeye çalıştım. Umarım üstlendiğim bu görevde eksik kalmamışımdır. Nöbet olarak nitelendirdiğim konumumu artık devretmem gerektiği kanaatindeyim. Umuyorum ki yeni seçim dönemine girerken gelen arkadaşlarım çok daha büyük bir sinerji yaratacaklardır ve bize güvenen seçmenlerimizin beklentilerini en iyi şekilde yerine getireceklerdir.

Her şeyden önce bana bu fırsatı veren ve büyük bir tecrübe kazanmama yol açan Genel Başkanımıza, yol arkadaşlarıma ve partime teşekkür etmek istiyorum. Aynı mücadeleye ve ideallerimi kovalamaya milletvekili olmadan devam etmeye kararlıyım. Çünkü bu, Türkiye’nin geleceğinin mücadelesidir ve ben de her zaman ülkemin geleceği için verilen mücadelenin bir parçasıyım.
Kamuoyuna saygıyla duyurulur.”

BAŞVURU YAPMAYANLAR
CHP’de Şafak Pavey dışında 13 vekil daha adaylık başvurusu yapmadı. Bu isimler şöyle:Dersim Milletvekili Hüseyin Aygün, Bursa Milletvekili Aykan Erdemir, İzmir Milletvekili Oğuz Oyan, İzmir Milletvekili Alaattin Yüksel, İstanbul Milletvekili Oktay Ekşi, İstanbul Milletvekili Sabahat Akkiraz, Aydın Milletvekili Osman Aydın, Bursa Milletvekili Kemal Ekinci, Zonguldak Milletvekili Mehmet Haberal, Antalya Milletvekili Osman Kaptan, Bursa Milletvekili Turhan Tayan, İstanbul Milletvekili Binnaz Toprak, Samsun Milletvekili İhsan Kalkavan

Viewing all 72 articles
Browse latest View live